Gül, gülgiller (Rosaceae) familyasının Rosa cinsinden güzel kokulu bitki türlerine verilen addır. Anavatanı Anadolu, İran ve Çin’dir. Park ve bahçelerin süslenmesinde kullanıldığı gibi sarmaşık olanları balkon ve terasları süsler. Kesme çiçekçilikte çok talep edilen kıymetli bir çiçektir.[1]
Türkiye’de yetişen 25 kadar yabani türü vardır. Oysa, kültür bitkisi olarak yetiştirilen türleri çok daha fazladır. Rosa cinsinden 100 kadar türü olan ve genelde kışın yapraklarını döken, çok yıllık dikenli çalı, ağaççık ya da tırmanıcı bitkilerin adı Gül’dür. Gülün, yuvarlak kesitli yeşil renkli gövdesi, yoğun biçimde dikenlerle kaplıdır. Almaşık dizili, hafif tüylü ve oval biçimli yapraklarının kenarları dişlidir. Bir yaprak sapında 3 ila 7 yaprakçık bulunur. Bitkinin, ilkbahardan başlayarak sonbahara kadar zaman zaman açıp biten beyaz, pembe, kırmızı, turuncu ve sarı çiçekleri vardır. Ancak, süs bitkisi olarak çok renkli ve katmerli türleri de yetiştirilmiştir. Güneşli, yarı gölgeli ama rüzgarsız yerleri; suyu iyi akıntılı, killi ve bitek toprakları seven gül, tohumuyla ve daha çok gövde çelikleriyle çoğaltılır.
Isparta, Yağ ya da Şam gülü denilen (R. de mascena) gibi bazı güzel kokulu gül türlerinin çiçeğinin taçyapraklarında uçucu yağ (gül yağı), tanen, gallik asit, kuersitrin, anthosyanin ve diğer bazı yağlar bulunur. Böyle güzel kokulu gül yaprakları bazı yerlerde salata ve pastalara konulur. Şurubu, sirkesi, reçeli yapılarak tüketilir. Yine bu taçyapraklarının damıtılmasıyla elde edilen gül yağı, parfümeri endüstrisinde yoğun şekilde kullanılır. Türkiye’nin tarımda önemli bir dışsatım ürünüdür.[2]
Bahçe gülleri görünüşlerine ve boylarına göre bodur güller, baston güller, çardak güller, ponpon çardak güller, polyanta güller gibi çeşitler ayrılır ve genellikle o çeşidi yaratan kişinin yada o çeşidin adandığı kişinin adıyla anılır.
Türkiye’de ekonomik anlamda gül yetiştiriciliği 14. yüzyıl sonlarına doğru başlamıştı. Bu dönemde, Bulgaristan göçmenlerinin getirdiği yağ gülleri fidanları ile Isparta’da gül bahçeleri kurulmuş, bölgenin toprak yapısı ve iklim koşullarını gül tarımına elverişli olması da gülcülüğün bölgede kısa sürede yayılmasını sağlamıştır. 1910’lu yıllarda, Bulgaristan’da gül üretiminde görülen gerileme Isparta’da üretilen gül yağı ve gül suyu ürünlerinin Avrupa pazarlarına girmesini kolaylaştırmıştır. Ancak, Balkan savaşı, Birinci Dünya savaşı ve Kurtuluş savaşı gibi art arda çıkan savaşlar nedeniyle dışsatım olanakları tümüyle ortadan kalkınca, Türkiye’de gül tarımı da önemli ölçüde gerilemiştir. Cumhuriyet döneminde, Isparta’da gül bahçeleri yeniden kurularak gül tarımı canlandırılmıştır. Türkiye’de gül bahçelerinin %90’ı Isparta’da, %10’a yakını Afyonkarahisar’da, çok küçük bir bölümü de Aydın’da bulunmaktadır.
Gül türlerinden birçoğunun çiçek ve meyvelerinin tedavi edici etkileri vardır. Okka gülünden (Rosa centifolia) anestezik etkisi nedeniyle kolir olarak kullanılan damıtık gül suyu hazırlanmasında yararlanılır. Kurutulmuş taç yaprakları, laksatif özelliklerinden dolay, kompoze saparna şurubunun bileşimine girer. Kırmızı gül yada kırmızı Frenk gülünün (R.gallica) taç yaprakları, içerdikleri tanen miktarı nedeniyle peklik verici ve toniktir. Isparta gülü (R.damascena) ile misk gülünün (R.moschata) taçyaprakları, petrol eterinin sıcakta etkisiyle elde edilen ve ‘konkret’ olarak da adlandırılan bir esans verilir. Bu esans gül serasının bileşimine girer. Yabani gülün (R.canina) meyvesi (kuşburnu) C vitamini bakımından zengin olup peklik verici ve askarislere karşı kurt düşürücü olarak kullanılır.[3]
Gülün Tarihçesi
Güller, insanoğlunun bildiği, aşkı, sihri, sevgiyi, ümidi ihtirası sembolize eden ilk çiçeklerden biridir. “Gül” ismi, anlamı “kırmızı” olan Latince “rosa” kelimesinden gelmektedir. Fakat güller, çok farklı renklerde bulunur ve Latince olarak “roses” olarak adlandırılır.
İlk gül fosili, 3.5 milyon yıl öncesine aittir ve Irak’ta Sümerlere ait yazıtlarda kayıtlara geçmiştir. Bilinen bu ilk güllere “Damask” gülleri denir ve Eski Mısır mezarlarında bulunmuştur.
Modern güller ise 1867 yılında ilk defa hibridleme yöntemleriyle üretilmişlerdir. Tarih boyunca botanistler, 200 gül çeşidi sınıflandırması yapmışlardır. Nebukednazar, kendi sarayında dekoratif olarak gülleri kullanmış ve “Persia” adını verdiği parfüm yağını geliştirmiştir.
Çok farklı anlamlar ifade eden güllerin çok farklı renkleri vardır. Ayrıca günümüzde hibridleme yöntemleri ile çok değişik şekil ve renkte güller üretilmiştir. 10.000’in üzerinde gül, hibridleme yöntemi ile üretilmektedir ve genelde o gülü ilk üreten kişinin adı ile anılmaktadır.
Gallicas, Damasks, Albas, Centifolias, Mosses, Chinas, Portlands, Bourbons, Teas, Hybrid Perpetuals ve Noisettes, modern klasik gül çeşitleridir.Eski güller modern güllerden daha fazla kokulu ve aslidir. Parfümlerde daha çok eski güller tercih edilir.[4]
Isparta Gülünün Tarihi ve Gülcü İsmail Efendi
Isparta da gülcülüğün binlerce yıl gerilere giden, eski, köklü bir tarihi yoktur. Isparta gülcülüğü, en çok 150 yılı bile geçmeyen bir tarihe sahiptir. Daha gülcülük Isparta’da bilinmez iken Burdur, Denizli, Çal yörelerinde Gül tarımının yapılmakta olduğu bilinmektedir. Gülcülüğü Isparta’ya, Yalvaç ilçesinden gelip Isparta’ya yerleşen Meydanbeyoğlu, Mehmet İzzet’in oğlu İsmail Efendi getirmiştir. Bu getirişin de çileli, çok ilginç bir öyküsü vardır.
İsmail Efendi her Isparta’lı gibi bilinçli, uyanık, yeni bir şeyler öğrenmeye, yapmaya susamış, kendine güvenli, çalışkan, sabırlı, hırslı, direnme gücü olan, inatçı kişiliğe sahip bir kişi idi. O vakte dek, Isparta ovasına ne ekilip dikilir ise pek gelir getirmiyor, çalışıp çabalamalar boşa gidiyordu.
İsmail Efendi şöyle komşu illere Burdur, Denizli, Çal yörelerine doğru bir geziye çıktı. Oralarda ne ekip dikiyorlar, topraktan nasıl daha çok gelir sağlıyorlar baktı, çekti. Gülcülük büyük oranda yapılır ise iyi para getirir, Isparta topraklarında da gül yetişir, kanısına vardı. Hiç vakit geçirmeden otuz dekar toprak sağladı. Çukurları açtırdı. Çevrede bulunan süs güllerinin içinden yağ gülü olabileceklerden, fidanlar aldı. Otuz dönüm yerin otuz dönümüne de gül dikti.
Yeni dikilen gülün üç ile beş yıl sonra en iyi ürün vereceğini biliyordu. sabırla gül bahçesini aksatmadan suladı, yabani otları yoldu, çapaladı, o günlerin koşullarına göre zararlı böcekleri öldürücü ilaçlar attı. Daha üçüncü verim yılı gelmeden gülyağı çıkarma işinde kendine gerekli olacak araçların bazılarını yerli ustalara Isparta’da yaptırdı. Ustaların yapma güçlerinin dışında kalanları da Bulgaristan’a dek gitti; oradan aldı, geldi. Güzelce, noksansız bahçesine kurdu. Gülyağı çıkarırken gerekecek suyu da “Bambullu Ceviz” denen yerden getirdi, bahçesine akıttıktan sonra, sabırla üçüncü ürün yılını beklemeye başladı. Parasal yönden de sıkıntı, bunaltı içindeydi. Müthiş paraya gereksinmesi vardı. Büyük bir girişimde bulunmuş, atılım yapmıştı. Otuz dönüm toprak sağlamış, çukur kazdırmış, gül fidanlarını diktirmiş, gülyağı çıkarılmasında gerekli olacak araçlara da pek çok para vermiş, yatırım yapmıştı. İyi ürün alır, gülyağı çıkarır, eline toptan para geçerse, harcını borcunu ödemeyi düşlüyordu.
Dört gözle beklemekte olduğu üçüncü ürün yılı geldi. Don, kar, kış, rüzgar, yağmur, dolu… anlayamadığı bir tabiat olayı nedeniyle gül fidanları hiç çiçek vermediler. Emekleri, harcadığı bunca para boşa gitti. Umudunu bir yıl sonrasına, dördüncü ürün yılına bağladı. O yıl da bahçesi iyi çiçek verdi; bu kez gülyağı çıkarma yöntemini bilmeyişi yüzünden başarılı olamadı… Gözler, İsmail Efendi’nin üstündeydi. Halk, ilgiyle onu izliyor; yolda, sokakta, kahvede, handa evde yerde… hep onun bu girişimi konuşuluyor, çektiği emeğin, harcadığı paranın hesabı, kitabı yapılıyor, alaya alınıyor, eğleniliyor; “Delirdi, keçileri kaçırdı bu adam, Allah akıl fikir versin”deniyordu..
Gülcü İsmail Efendi, direnme gücünü yitirmedi. Kulaklarını çevrede söylenenlere tıkadı. Başarısızlığının nedenleri üzerinde durdu. Sordu, soruşturdu, inceledi, araştırdı. Çalıştı, çabaladı gülyağı çıkarma yöntemini en küçük ayrıntısına varana dek öğrendi. Kendini, bir sonraki ürün yılına iyiden iyiye hazırladı.
Kış mevsiminin soğuklu, karlı günleri geçip, gittiler. İlkbahar mevsimi gelir gelmez, Gülcü İsmail Efendi’nin bahçesinde bir diriliş, bir canlanma görüldü.. Bakımlı, tertemiz bahçedeki insan boyunu aşan gül ağaçları, önce yeşil yeşil yaprak, sonra da pembe gül tomurcukları vermeye başladılar. Mayıs ayının ilk haftasında havalar ısınınca bahçe, top top koca koca yapraklı, pembe renkli güllerle, doldu kaldı.. Öyle de bir güzelleşmiş, iç açıcı olmuştu ki.. Güllerin içinden yanık yanık bülbüllerin sesleri geliyor, çevreye insanın iliklerine işleyen hoş bir gül kokusu yayılıyordu…
Ne idi bu gül çiçeğinin bolluğu böyle? Görülmüş şey değil. Kadınlı erkekli yüzlerce kişi sabahın alaca karanlığında bahçeye geliyor, akşama dek çuval çuval toplanan gülleri taşıya taşıya bitiremiyorlardı.
Gül sezonu bir ay kadar sürdü. Gülcü İsmail Efendi de eline geçen bu fırsatı çok iyi değerlendirdi. Bin bir güçlük, zorluk, çile ve çaba.. ile üretmeyi başardığı katkısız arı “Gülyağı” ve “Gül Suları”nı değerince sattı; eline parasını aldı. İlk iş olarak her doğru, dürüst, namuslu… insanın yaptığı gibi borçlarını ödedi. Yeni bir ev yaptırdı. Evini de o günün gelenek, görenek, töresine göre dayadı, döşedi. Daha elinde pek çok parası kalmıştı. Bunu da çarçur etmedi; otuz dönüm gül bahçesini 50, 75, 100… dönüme çıkarmak, yaptığı gülcülüğü daha da büyütmek, genişletmek işinde kullandı.
Isparta halkı, İsmail Efendinin deneyinden, Isparta topraklarının gül yetiştirmeye çok elverişli olduğunu öğrenmiş oldu. Gülün iyi para getirdiğini de gözleri ile gördükten sonra “Tarlalarımıza bizde gül dikelim, gülcülükte iyi para var!” demeye başladı. Gülcü İsmail Efendi, kıskançlık, çekememezlik etmedi. Gül dikecek olanlara yardımcı oldu. Karık nasıl açılır gösterdi. Fidan dikiminde başlarında bulundu… Bir kaç yıl içinde de her yere gül dikilmiş, Isparta Kenti de Gül Bahçelerinin içinde kalmış oldu. Isparta bundan sonra gül üretmesiyle tanındı, gülcü oluşuyla da anıldı.[5]
Gül Çeşitleri
- Kaliforniya yabani gülü (Rosa californica)
- Kuşburnu (Rosa canina)
- Okka gülü (Rosa × centifolia)
- Çin gülü (Rosa chinensis)
- Rosa dumalis
- Rosa eglanteria
- Kırmızı frenk gülü (Rosa gallica)
- Rosa gigantea
- Rosa glauca
- Rosa laevigata
- Misk gülü (Rosa moschata)
- Rosa multiflora
- Rosa omeiensis
- Bataklık gülü (Rosa palustris)
- Rosa persica
- Rosa pimpinellifolia
- Rosa pinetorum
- Rosa roxburghii
- Rosa rubiginosa
- Japon gülü (Rosa rugosa)
- Rosa sericea
- Rosa stellata
- Rosa virginiana [1]
Mavi Gül
Mavi gül yani mavi renkli bir gül doğal olarak mümkün olmayan bir çiçektir. Güller, çiçeklere mavi rengi veren temel pigment olan delfinidine genetik yapıları hasebiyle sahip değildirler. Delfinidin geninin bulunmaması doğal olarak güllerin mavi renkte çiçek açmasını önler. Mavi güller tarih boyunca imkânsızı başarmanın sembolü olmuş, sık sık bahçeciliğin Kutsal Kâsesi olarak anılmıştır.
Mavi güller geleneksel olarak beyaz güllerin mavi boya ile suni bir şekilde boyanması sonucu üretilirler. Bununla birlikte 2004 yılında Avustralyalı Florigene ve Japon Suntory firmalarının yaklaşık 13 yıllık ortak çalışmalarının ardından genetik mühendislik yoluyla ilk mavi gül üretilmiştir. Petunyadan klonlanan delfinidin geni Rosa gallica türü güle yerleştirilmiştir. Bununla birlikte siyanidin pigmentinin hâlâ bulunması sebebiyle gülün rengi keskin maviden ziyade koyu burgonya rengi olmuştur. Bundan sonraki çalışmalarda RNAi teknolojisi kullanılarak siyanidin üretimi baskılanmış, çok az miktarlarda siyanidin içeren koyu eflâtunumsu bir bitki üretilebilmiştir. Gül üreticilerine göre mavi güller milyonlarca dolarlık uluslararası gül pazarının %5’ini kazanabilir.
İmkânsızı sembolize eden mavi gülün sahibine gençlik bahşettiği veya dileklerini yerine getirdiğine inanılır. Örneğin Slav mitolojisinde Baba Yaga’ya mavi gül getirenin dileklerinin bahşedileceğine inanılır.[6]
Gül Renklerinin Anlamları
Kırmızı gül: Aşk, tutku, şehvet, saygı, yüreklilik, çekingen, utangaç.
Beyaz gül: Masumiyet, saflık, temizlik, gizlilik, saygı, alçakgönüllülük, korku, layık olma, sır saklama, özgürlük.
Sarı gül: Sevinç, dostluk, arkadaşlık, kıvanç, memnuniyet, sıcak sevgi, kıskançlık
Mercan rengi gül: Arzu, istek, özlem, güzellik.
Açık pembe gül: Zarafet, incelik, memnuniyet, keyif, hayranlık, sempatik, kararsızlık, nazik.
Koyu pembe gül: Minnet, şükran, takdir.
Lavanta rengi gül: İlk görüşte aşık olmak, sihir, gizem.
Turuncu gül: Cazibe, büyüleme, istek, heves, gayret.
Mavi gül: İlahi aşk, eşsizlik.
Mor gül: Ebedi aşk.
Kırmızı-sarı alaca gül: Neşe, şen, sevinç.
Sarı-pembe-beyaz alaca gül: Sosyal, arkadaş canlısı.[7]
Gül Sayılarının Anlamları
1 Gül: Size odaklanmış özel sevgi…
2 Gül: Karşılıklı derin bir aşkla birbirimizi seviyoruz…
3 Gül: Seni seviyorum…
6 Gül: Senin olmak istiyorum…
9 Gül: Sonsuza kadar birbirimizi seveceğiz…
11 Gül: Hayatımda en çok sevdiğim kişisin…
12 Gül: Tatmin edici bir beraberlik ve karşılıklı sevgi…
13 Gül: Gizli Aşk…
24 Gül: Her dakikayı sevgiyle hatırlıyorum…
33 Gül: Derin aşk ile seviyorum…
36 Gül: Bana geldiğinden dolayı romantik hissetmek…
44 Gül: Hiç değişmeyeceğim için söz vermek…
50 Gül: Bu karşı konulmaz bir aşk…
56 Gül: Aşkım…
66 Gül: Başarılı aşk beraberliği…
99 Gül: Karşılıklı anlayış aşkı sonsuzlaştırır…
100 Gül: Bu yüzyılda harmoni içinde bir beraberlik ve yaşlanıp olgunlaşıncaya kadar birbirlerine adanmış çift…
101 Gül: Sadece sen…
108 Gül: Benimle evlenir misin???
111 Gül: Sonsuz aşk…
123 Gül: Özgür aşk…
144 Gül: Seni gece gündüz sonsuza kadar seviyorum…
365 Gül: Seni her gün düşünüyor, her gün seviyorum…
999 Gül: Bitmeyen ve sonsuza kadar aşk…
1001 Gül: Vefakar aşık ve ölünceye (ebediyete) kadar…[8]
Gül İle İlgili Söylenmiş Sözler
«Dikensiz gül yoktur ama gülsüz pek çok diken vardır.» (Arthur Schopenhauer)
«Gül, “Gül!” dedi; bülbül, güle gülmedi gitti. Bülbül, güle; gül, bülbüle yâr olmadı gitti.» (Anonim)
«Dikenden gül bitiren, kışı da bahar haline döndürür. Selviyi hür bir halde yücelten, kederi de sevinç haline sokabilir.» (Mevlâna Celâleddin-i Rûmî)
«Gülün dikene katlanması, onu güzel kokulu yaptı.» (Mevlâna Celâleddin-i Rûmî)
«Kargalar gülistanı işgal ettiklerinde bülbüller siner ve susar.» (Mevlâna Celâleddin-i Rûmî)
«Kardeşim, sen, düşünceden ibaretsin. Geriye kalan, et ve kemiksin. Gül düşünür, gülistan olursun. Diken düşünür, dikenlik olursun.» (Mevlâna Celâleddin-i Rûmî)
«Kadın, kendi başına ne gül goncasıdır, ne de diken. Koklamasını bilirsen gül, tutmasını bilmezsen diken olur.» (Refik Halid Karay)
«Vakitsiz açılan (açan) gül çabuk solar.» (Atasözü)
«Gülü seven, dikenine katlanır.» (Atasözü) [9]
Divan Edebiyatında Gül
“Suda dâimâ sevgilimin hayâlini görüyorum.
Gülde dâimâ âşinâ bir koku alıyorum.” (MEVLÂNÂ)
Divan edebiyatında en yaygın biçimde kullanılan çiçek, güldür. Özellikle sevgiliyi, sevgilinin güzelliğini ve güzellik unsurlarının başında gelen yüzünü anlatmada temel teşbih unsurlarından biri olmanın yanında gül, bahar tasvirlerinden savaş tasvirlerine varıncaya kadar hemen hemen her konuda kendisini gösterir. O sadece çiçeğiyle değil başta goncası, fidanı, dalı, dikeni, taç yaprakları, kokusu, şebnemi olmak üzere çok çeşitli yönleriyle metne yansır. Bunların her biri ilişkilendirildiği konuya göre anlam ve işlevler yüklenir.
Gülün bir tasvir unsuru olarak metinlerde yer alışı dış dünya ile sınırlı değildir. O, insanın iç dünyasının ve duygularının tasvirinde de sıklıkla söz konusu edilir. Gönül, gönlün arzusu ve ümidin bazen açılmak nedir bilmeyen bir gonca, bazen sevgilinin lütfuyla açılıp saçılan bir gül şeklinde vasıflandırılarak aktarılması bu kullanım tarzının sık rastlanılan örneklerinden birkaçıdır.
Gülün yaygın bir biçimde kullanılmasında onun görüntüsü ve kokusu en önemli faktörlerden olmakla birlikte, kültürel bakış açısından ve buna bağlı olarak asırlar boyunca üzerine yüklenen anlamlandırmalardan, efsanelerden ve inançlardan kaynaklanan çağrışım zenginliği de önemli bir yere sahiptir. Bu çağrışımlar büyük ölçüde, Divan edebiyatının geleneksel yapısı içerisinde oluşturulmuş kalıp benzetmeler yoluyla gerçekleşir.
Dinî-tasavvufî anlamlandırmalar gülün anlam dünyasının bir diğer yönünü oluşturur: “Gül, bazen Allah’ın güzelliğinin bazen de Hz. Muhammed’in simgesidir. Taç yaprakları ve dikeniyle ilâhî cemâli ve celâli yansıtır.” Gül bahçesi, “mutlak olarak kalbin fethi ve açılışını”; gonca, vahdeti ifade eder. Bu ve benzeri anlamlandırmalar özellikle tasavvufî metinlerde ön plana çıkar.
Divan edebiyatında gül, âdeta bir kişilik ve karakter kazanmış; güzelliği, temizliği, hassasiyetive duruşu gibi yönlerden sevgili ile özdeşleşmiş bir çiçektir. O, sahip olduğu bu kişilik ve karakterle gerek bülbülle olan macerasının anlatıldığı müstakil eserlerde, gerekse başta divanlar olmak üzere çeşitli eserler içerisinde Divan edebiyatının hayal ve zevk dünyasının kahramanlarından biri hâline gelmiştir.
Gül ile bülbül hikâyesinin anlatıldığı metinler hariç tutulduğunda, “bir kişilik veya kahraman olarak gül” deyince akla ilk önce, bahar ve nevruz konulu metinler gelir. Gül, bu metinler içerisindeki tasvirlerin merkezinde yer alır. Bahçenin en gözde güzeli ve her bir unsurun sevgilisidir. Sadece sevgili değil, hükmü eline almış bir sultandır. Fuzûlî bir beyitte onun bu durumunu şöyle anlatır:
«Çemen eyâletine oldı nasb husrev gül
Hevâya ebr sıfat hükmiñ etmeğe icrâ» [10]
Gül ve Bülbül
Yaratılışın gizeminden örnekler sunan ve varlığın özü hakkında mesajlar veren insan ve tabiat, yüzyıllar boyu sanatın ve edebiyatın temel konusu olmuştur. Çünkü “İnsan ve kainat, yaratılışın ilahi hikmete dayalı iki önemli varlığıdır. Öyle ki yüce Allah: Kainatı insan için, insanı da kainat için yaratmıştır, denilebilir. Yeryüzünün halifesi (yöneticisi) olması, yerde ve gökte olan her şeyin emrine ve istifadesine sunulması (Lokman Suresi/ 20.) insan ve kainat arasındaki karşılıklı ihtiyacın açık bir delilidir.” Bunun idrakinde olan pek çok sanatçı ilahi özü tabiat unsurlarının bünyesinde eriterek özetlemeyi başarmıştır.
Gül ile Bülbül arasında geçen aşkın tasavvufî açıdan ele alındığı ve “seyr ü sülûk (manevi yolculuk)”un meşakkatlerinin anlatıldığı mesnevide kahramanların her biri tabiat unsurları arasından seçilmiş, kainatın yaratılışındaki gayeyi anlatan simge değerler olarak karşımıza çıkarlar. Çünkü şahısların hemen tümünde yaratılışın sırlarına vakıf olma, iç bene yönelme ve gerçek öze ulaşma arzusu hissedilmektedir.
Allah’ın üstünlük ve ulaşılmazlık vasıfları ile bütünleştirilen Gül ile onun etrafında şekillenen aşklar ve bu aşkların hangi boyutlarda (yüceltici, aşağılatıcı gibi) yaşandığının gözler önüne serildiği hikayede Gül, benlik kaygısının ön plana çıktığı bir kişiliği temsil etmektedir. Bülbül’ün Gül’e olan aşkı ile bunun neticesindeki ruh haleti ise olayların esas yönünü belirler:
Ruh ile tabiat unsurları arasındaki çatışmaların akıl ile dengelenmeye çalışıldığı mesnevide Gül (Ruh), yaşadığı her hadiseden sonra sürekli bir yükselişle ilâhî olana biraz daha yaklaşmaktadır. Çünkü “Cismin hareket yönü aşağıya ve yere doğrudur. Ruhun hareket yönüyse yukarı ve göğe doğrudur.” Gül’e yakın olanlar ve onun peşinde gidenler (başta Bülbül olmak üzere) de ilahî olana lâyık tipler olarak seçilmişlerdir. Bu tiplerin her biri, Ruh (Gül) un da yardımıyla his dünyasını tanımaya başlayacaktır.
Bülbül, Allah’ın dilemesi ile maşuk olarak Gül’ü seçmiştir ve o andan itibaren sevilen varlıkla kendisini bir etmiş, nefsini bütün arzulardan arındırmıştır. Sevgilinin arzuladığı her şeyi o da arzulamış, kendi iradesini sevgilinin iradesinde eritmiştir. Artık sevgilisinden başka bir şey düşünememekte, baktığı her şeyde ve her yerde onu görmektedir. Aşk, “…kalın ikili bir sarmaşıktır; çevresinde yetişen bitkileri sarar ve kuşatıcı bir biçimde etraflarını örer, böylece bir olurlar.” İşte ikiliğin ortadan kalktığı bu an “fena mertebesi” ne ulaşıldığı andır. Gül ile Bülbül birbirlerine kavuştukları an, artık aşık ile maşuk aynı varlık olmuşlardır. Gül, âlemdeki gerçek yerinin “hiç”lik olduğunu fark ederek “Ben”ini Bülbül’ün benliğinde yok etmiştir. Allah’ın takdirini hilelerle ve tedbirlerle değiştirmek mümkün olamamış, Gül ile Bülbül’ün kavuşmasına engel pek çok hadise olmasına rağmen, bunlar ilahi tecellinin vuku bulmasını engelleyememiş; nihayetinde Gül ile Bülbül birbirine kavuşmuştur.
Gül’ün, ruhu temsil etmesi de tesadüfî değildir. Tasavvufî düşüncede bütün ruhların kendilerine ait kokularının var olduğundan bahsedilir. Koku alıcıları burun deliğinin en tepesinin arka kısmına yerleşmiştir. Her nefes aldığımızda, hava çıkık koku silialarının (tüylerinin) arasından geçer. Gaz molekülleri hakkında bilgi, nöronlar tarafından beyin kabuğunun hemen altında uzanan koku tomurcuklarına taşınır. Koku, kabuğun altında uzanan değişik beyin kısımlarını dolaşmak zorunda olmayan tek duyu türüdür, çünkü koku alıcılarının uyarımı doğrudan beyin kabuğuna iletilir.. Gül, etrafa saçtığı koku ile Bülbül’ün ve tabiattaki unsurların bilinçaltlarında var olan bağlılık iç güdülerini harekete geçirerek onları kendisine bağlamayı başarmıştır. Bu yolla hem kendi ruhunu hem de bezm-i elestte tanışıp ona yakın olma hakkını kazanan ruhları beslemiştir. Bu kokuyu taşıyarak beyni uyaran ise Nesîm’dir. Bir taraftan aşıklara maşuk (yani Ruh-Gül) tan haber getirip onlara hayat bahşederken, diğer taraftan da taşıdığı bu koku ile onların akıllarını başından almakta, gönüllerini yağmalamakta, bir yerde karar edememelerine neden olmaktadır.
İlk başlarda Bülbül’e karşı merhametsizce davranan Gül, Bülbül’ün aşkının büyüklüğü karşısında teskin olarak, tam bir ruhî olgunluğa erişecek ve yaptıklarından pişmanlık duyarak Bülbül’e karşı daha yumuşak davranmaya başlayacaktır. “Ruh, insan aşkıyla eğilip de, aşkın en gizli sırrına dalarsa, kalp de, aşk ateşiyle şeytânî ve aşağılık imalardan arıtılırsa, kötülüğe hükmeden ruh, aşkın şiddetli gazabının okşayışlarıyla ‘teskin’ olur.”
İnsanın ve bütün yaratılmışların özü, “su”dur. Hem Gül’ün hem Bülbül’ün özünde, bütün yaratılmışların var oluş nedenlerinin temelinde su vardır. Su ile başlayan hayat yolculuğu yine suyun var oluşu ile paralel olarak canlılığını devam ettirecektir. Kurân-ı Kerîm’de geçen ayetler de “…, ilk canlıdan sonra üreyip çoğalan ve devam eden bütün yaratma olaylarında da suyun (sıvının) rol oynadığını, yaratmanın su (sıvı) ile başladığını göstermektedir.” İlahi güzellik, saflığın ve bozulmamışlığın sembolü olan Irmak’ta, en güzel şekilde yansıyacaktır. Çünkü “Su, sahip olduğu letafet gereği, varlıkların aksini ayna gibi kendinde gösterme özelliğine sahiptir.”Bu nedenle Irmak Tanrı’nın aynası olarak kabul edilmeli, Gül’ün Irmak’taki aksine
aşık olması da görüntüsünün ardındaki İlahi Kudret’e aşık olması şeklinde yorumlanmalıdır. Çünkü Gül, yani “Ruh kendisini Tanrı’nın aynasında izler. Bizzat Tanrı aynadır. Bu ayna Tanrı’nın istediğine görünür, istediğine görünmez… Ruh bütün dünyaları ne kadar aşarsa aynaya o kadar yaklaşır. Bu aynada birlik, saf, bölünmemiş bir benzeşme olarak ortaya çıkar.” Gül (Ruh), benliğini tanıyıp kendini gerçekleştirmeyi ne kadar başarabilirse İlahi kudrete de o kadar yaklaşabilecektir
Ayna, tek bir sûretten pek çok sûreti zûhur ederek kesret içinde saklı olan vahdeti ortaya çıkarmaktadır. Gül, sudaki aksini gördükten sonra, etrafındaki kesret unsurlarından hareketle vahdete ulaşmaya çalışır ve kendisine benzeyen başka güzellerin var olup olmadığını araştırmaya başlar. Onun bu yöndeki merakı, gerçek güzelliğe ulaşma gayretinin ilk tohumlarıdır. Irmak (su), Gül’ün kendi güzelliğinin farkına varmasına ve bundan hareketle ilahî aşka yönelmesine vesile olarak daha sonra meydana gelecek olan olayların yönünü belirlemiştir. Bu anlamda Irmak, hem Gül’e hem de Bülbül’e ilahi özün kapılarını aralayan bir güçler dengesi olarak karşımıza çıkar.
Gerçek aşka ulaşmak için yola koyulan Bülbül acemilik çekmekte, sevgiliyi ulaşma hususunda nasıl bir yol takip edeceğini bilememektedir. “Sufinin içsel yolculuğu zor bir zihinsel ve ruhsal yolculuktur; çünkü her düşünme ve arınma eyleminde yanılsamaya düşme tehlikesi vardır. O yüzden sufi bu yolculukta kendisine bir kılavuz ister. O bu yolu bilen, daha önce bu yaşantıdan geçmiş birisidir. Davranışsal ve zihinsel değişim için arayıcıya durumunu hatırlatacak ve yola koyulan kişiye talimatlarla değil yaşantılarla yol gösterecektir.” Bütün bozulmuşlukların içerisinde, özünü kaybetmeden varlığını sürdüren, saflığı, bozulmamışlığı ve asla doğru akışı temsil eden Irmak, ilahi aşka ulaşmak isteyen Bülbül’e hedefe ulaşmasında yardımcı olacak ve ona yol gösterecek bir mürşid kimliği ile karşımıza çıkmaktadır. Çünkü Hakk’ın tecellisi en güzel şekilde bu saf ve berrak suda akseder. Irmak, Bülbül’e yarı yola kadar yol gösterebilecek, daha sonra bu görevi, gönlün hedefine ulaşmasındaki yardımcı unsur olarak karşımıza çıkan Servi’ye devredecektir. Irmak, Gül Şehri’ne ulaşınca Bülbül’ü Servi ile tanıştıracak sonra kendi özü (derya) ne ulaşabilme arzusuyla tekrar yoluna devam edecektir. Nitekim Irmak’ın, yolundan tamamen uzaklaşması onun gerçek hedeflerinden uzaklaşabilmesi tehlikesini doğurabilir; çünkü su da nefs gibi kirlenmeye ve bozulmaya açıktır.
Mutlak yaratıcının varlığı Gül’e, ayna (su-ırmak) daki aksi kadar yakındır ama sudaki aksi onu adeta körleştirmiş, kendi güzelliğinden başkasını göremez olmuştur. Bu körlük bildiğimiz anlamda değildir. Asıl anlatılmak istenen kalp gözünün, yani hislerin körlüğüdür. İlahi nuru ve kainatın sunduğu işaretleri görebilmek ancak kalp gözünün açık olması ile mümkündür. Gönül gözleri açık olan insanlar her an Allah’ı düşünür, alemde var olan sırları keşfetmeye çalışır, baktıkları her yerde İlahi Kudret’i ararlar. Bülbül, bunlara ulaşma yolunda sonsuz bir çaba sarf ederken Gül, bunun tam karşıtı bir hâl sergiler. O, sudaki aksine âşık olur. Ayna gibi berrak olan ve alemi yansıtan Irmak (su) ın anlatmaya çalıştığı muamma (İlahî güzelliğin cemâli) yı ilk anda çözemez. Ayna göreviyle karşımıza çıkan Irmak, Gül’e kendi bünyesinde gizlenmiş olan ilahî güzelliği göstermeye çalışmaktadır. Ancak kibir onu aslından uzaklaştırmış ve bu ilahî aşk dairesinin dışına çıkarmıştır. Gül, ilahî Kudret’e ulaşma yolunda çizilen dairenin dışına çıkmaya, kendini kaybetmeye başlar. “Bir insanoğlu, hayale düşer de kendisine ‘ben güzelim’ derse, o ayna gibi yanlış bir düşünceye kapılır; dairenin çizgisinden dışarıda kalır. “Narsizim” olarak adlandırabileceğimiz şirk girdabı bir süre sonra bu tür insanların sonunu hazırlayacaktır.
Gül, aynanın yanıltıcı oyununa düşmüştür. Çünkü ayna ve aynadaki görüntüler gerçek değildir; sadece bir yanılsamadan ve göz yanıltmasından ibarettir. Gül’ün, sudaki aksini görüp kendine aşık olması “göz yanılsaması” olarak değerlendirilebilir. O sadece kendini dış görüntüsüyle değerlendirmiş ve görünene aşık olmuştur. Kendinin hiç olduğunu, sonlu olduğunu, yaratıcı karşısındaki aczini ve küçüklüğünü fark edemez bile; kendi güzelliği ile gururlanır, büyüklük taslar.
Bülbül ise ilahi hakikatin farkındadır ve bu farkındalık onu aşkı aramaya sevk etmiştir. Bülbül, “tam bilgelik”i temsil etmektedir. O, zihninde elest meclisinden bu tarafa var olan bilgilerini, bu idrak gücüyle gönlünde zuhur ettirmiş ve gönlü temsil etme yolunu seçmiştir. “Bu aşkın hal, tüm yansımaların toz olup gittiği ve bilginin-saf sezginin-varlığın merkezine indiği bir haldir. Bilgeliğin idraki ‘varlığın tüm hallerini kuşatmaktır.’ Bilgeliğin idraki Allah’ın idrakidir.” Bülbül, gerçek yaratıcıya ulaşma arzusuyla yaşayan bir gönül eridir. Bu arzu onu sonunda birliğe, tek gerçeğe, Allah’a ve onda yok olmaya ulaştıracaktır.
Bezm-i elestte ruhlar ilahi güzelliği idrak etmiş ve dünyaya geldiği andan itibaren orada idrak ettiği güzeli ve güzellikleri aramayı amaç haline getirmişlerdir. Bülbül’ün Gül’e “görmeden aşık olma”sı, onun önceden aşka programlanmış olarak dünyaya geldiğini gösteren güzel bir motiftir.
“Görmeden aşık olma” motifi, aşık olunandan çok, aşka verilen önemi anlatmaktadır. Tasavvufî mânâda yorumlandığında, Bülbül’ün maddeye ya da görünene değil görünenin ardında gizli olan güzele, güzelliklere aşık olduğu fark edilecektir. Bu nedenle maddeden ziyade, onun yüklendiği anlam ve iletmeye çalıştığı mesaj önemlidir. Bülbül, aslında ilahi aşkı aramaktadır; Gül ise onun ilahî aşka ulaşmasını sağlayan mecâzî bir güzeldir sadece:
Bülbül, Gül’ü gördüğü anda bezm-i elestte vermiş olduğu sözleri hatırlamıştır. Fakat Gül, dünyevî şeylerle çok fazla meşgul olduğundan geçmişin muahezesinden uzaktır, humar hâlindedir. Maddeye olan düşkünlüğü onda unutkanlık hastalığına neden olmuştur. “Ruhumuz bu dünyada ‘elest sözleşmesi’ni unutmuştur. İşte bu unutma, bugünkü ‘humar’ diye nitelenmiştir. Ruh bu humarı gidermek için sözleşmesini yenilemelidir ve yeniden aşk badesi içmelidir.” Elest meclisinde vermiş olduğu sözleri, şarap içmeye başladığı anda hatırlayacaktır. Çünkü bade ruhun gıdasıdır, ilahi aşk sırlarını bünyesinde barındırır.
Bülbül, Gül’e görmeden aşık olur. “Kimi zamanda, yanında birinden söz edilir, ta gönlüne işleyen bir sevgiyle ona meyledersin ve birden aşık oluverirsin. İşte o zaman onun senin dostun olduğunu anlarsın. Bu durum “gayb” perdesinin arkasından eşyayı keşfederek, o eşya üzerinde ruhların sahip olduğu kontrolün en gizli inceliklerinden biridir. O inceliklerin durumunu bilemezsin. Kime aşık olduğunu, kimde ve nasıl aşık olduğunu, ayrıca aşkın ne olduğunu anlayamazsın. İnsanlar buna “kabz” halinde yada “bast” halinde tutulurlar. Bunun niçin böyle olduğu da bilinmez. Bu hallerden birinde hüzün gelirse, anlarsın ki bu kabz halidir. Yok eğer neşe ve sevinç gelirse ki bu bast halidir. Bu haller daha dış duygularda ortaya çıkmadan, nefsin bu haller üzerindeki ilk önsezidir. İşte bunlar sevginin oluşumundaki ilk belirtilerdirç” Bülbül, Gül’ün ona anlatıldığı ilk andan itibaren gönlündeki gizli hazinenin kilidinin yavaş yavaş açıldığını fark eder. Gizli aşkının filiz vermesi ve sevgiliye ulaşamama korkusu ile birlikte ruhunda ilk olarak kabz halini hisseder, ancak Gül’ün onun gönderdiği mektupta vuslata dair imalarda bulunması ile birlikte basd halini yaşamaya başlar. Aşkın bu değişim grafiği boyunca Bülbül’ün ruhunda çeşitli dalgalanmaların olduğu dikkati çeker. Kabz sevgiliye ulaşamamanın neden olduğu bir korku halidir; bast halinde ise sevgiliye ulaşabilme ümidi kendini hissettirir. Korku ve ümid birbirinin zıttı gibi görünen ama sürekli birbirini takip eden, aslında birbiriyle iç içe olan duygu halleridir.
Sâdık olsa yolında bir âşık Vaslına dilberün olur lâyık Tabiatta var olan her şey zıddıyla kaimdir. Mesnevimizin konusu da zıtlıklar (sevgi-düşmanlık, hoşgörü-kahır gibi) ın etkileşimiyle genişlemekte ve her bir şahıs birbirine zıt olan özelliklerin çatışmasıyla boyut kazanmaktadır. Gül ile Bülbül her ne kadar iki zıt karakteri canlandırsalar da hikayenin sonunda ortak bir paydada birleşerek zıtlıklardan kurtulup Mutlak Gerçeğe ulaşmışlar ve böylece kurtuluşa ermişlerdir. Çünkü gerçeğe ulaşmak ancak zıtlıklardan kurtulmakla mümkün olacaktır. “…zıtlardan kurtulmak, kurtuluşa yol açar.”
Akıl (Bahar Şah) da, ruh (Gül) da ve gönülde meydana gelebilecek herhangi bir düzensizlik bütün vücudu etkiler. Çünkü bunların her biri nedensellik bağıyla birbirine bağlıdırlar. Aklı temsil eden Bahar Şah, gücü ile alemdeki dengeyi korumakta, ruhu temsil eden Gül’ü sürekli kontrol etmekte, arka planda ona destek vermektedir. “ …akıl, insanı belli bir kayıt altına alır, oysa ki aşk insanın hayatını alt üst eder, insanı şaşkına çevirir, hayrete düşürür. Şaşkınlık ise, akılılıkla bağdaşmaz. Akıl sayesinde insan kendini toplar. Şaşkınlık ise, insanın kendini dağıtmasına neden olur. …Bu nedenle aşk “dağılma” ve “dağıtma” özelliğiyle tavsif edilmiştir.” Bahar Şah, Bülbül meydana çıkmadan evvel vuku bulan bütün hadiselerde Gül’ü kontrol etmeyi başarmıştır. Ancak Bülbül’ün sahneye çıktığı andan itibaren Gül’de farklı davranışlar belirmeye başlar. Başlangıçta Bülbül’ün aşkını anlayamaz, ona meyl edip de aklı (Bahar Şah) nın değil gönlünün sesini dinlemeye başladığında ise Bülbül’ün aşkındaki samimiyet onu şaşkına çevirir.
Eğer insan aklı, kahır, şehvet gibi kötü huylara meyil edecek olursa, akıl (Bahar Şah) dengesini kaybetmeye, gönlüne, ruhuna ve hatta bedenine (Gül Şehri) hakim olamamaya başlar. Gül Şehri (beden) ne hakim olan bütün kötü vasıflar (gazap, kin, vb.) da orayı yaşanmaz hale getirmiştir. Gül (Ruh) ün kendini beğenmişliği, gururlu oluşu, en sonunda Gül Şehri (Vücut) ini de etkisi altına almaya başlar ve Gül Şehri, Gül ile benzer vasıfları taşıyanlar tarafından (Temmuz Şah… vb.gibi) fethedilir. “…beden ruhun, yani Nefs’in kalıbıdır. Ruh, ait olduğu bedenden şekil alır ve onunla diğerlerinden ayrılır. Ruhun taşıdığı özellikler ve yetenekler bedene etki eder. Bundan dolayı beden ruhun iyilik ve kötülüğünden etkilenir.”
Gül (Ruh) ün kendine duyduğu aşk onu hem kendi merkezi (aslı)’nden, hem de Gerçek Yaratıcı’ dan uzaklaştıracak; bu durum Gül Şehri’nin kuşatılması ve daimî otorite sahibi olarak rol alan Bahar Şah ile Gül Şah’ın, Gül Şehri’ni terk etmesi ile sonlanacaktır. Yani Gül kendisini ulaşılmaz olarak gördüğü müddetçe kendi gerçeğinden uzaklaşacak, kendini keşfedemedikçe gerçeğe ulaşması da güçleşecektir. “Böylece kendini sağlam bir merkezmiş gibi gösteren sarmal varlık, kendi merkezine hiçbir zaman ulaşamayacaktır.”
İnsan vücudunda nefs ile ruh sürekli birbirleriyle mücadele halindedir. Nitekim Bahar Şah’ın hakim olduğu Gül Şehri’nde Temmuz Şah’ın kahrı, Hazan Şah’ın şehveti kendini hissettirmeye başlayınca Bahar Şah (Akıl), Gül Şah (Gönül) ı da yanına alarak ülkeyi terk eder ve bilinmeyen bir tarafa kaçar. Yani Ruh (Gül) un daraldığı ve Akıl (Bahar Şah)’ın yetersiz kaldığı anda mekan terkedilmiştir. Bu durum sıkıntı içinde olan bir insanın psikolojisine bağlı olarak geniş bir mekanın nasıl dar bir mekan haline dönüştüğünü gösteren güzel bir örnektir.
Bülbül, vatan (Gül Şehri)’ına ulaşmanın özlemi ile yanmaktadır. Bu özlem yüzünden kaygı (anksiyete) hastalığına yakalanan Bülbül bir yerde karar edememekte, sürekli ağlayıp inlemekte ve feryat etmektedir. Bülbül; Gül Şehri’ne, Irmak; deryaya kavuşma arzusundadır. Onlar bezm-i elest’ten kopup bu dünyaya bırakıldıktan sonra tekrar asıl vatana dönme arzusuyla yanmaktadırlar. “Sufiliğe göre insan yaşamına tabiatla bilinçdışı bir birlik içinde başlamış dinî/psikolojik bir varlıktır. Cennetten düştüğü veya tabiattan koptuğu günden beri yeni bir birliğin özlemi içindedir.”
Bülbül çaresizlik içerisindedir; sevgiliden ayrılık uzun bir gece gibi karanlık ve ürkütücüdür. Bülbül, karanlıkta sevgiliye ulaşamayacağını düşünüp ümitsizliğe kapılır. Çünkü karanlık gerçeklerin ve umutların üstünü örter. Karanlıktaki tek umut kaynağı ise Güneş ve Ay’dır. Aşkını Ay’a, Güneş’e …anlatır, onlardan yardım ister. O anda ay, umutsuzluklar üzerine bir nur gibi doğarak ilahi varlığın her an yanımızda olduğuna dikkati çeker. Ancak bir süre sonra medet umup yalvardığı şeylerden fayda gelmeyeceğini anlar. Onlar da diğer yaratılmışlar gibi noksandırlar. Ay, Güneş v.b. unsurlar çöldeki serap gibidirler. Güçleri kendi iradelerine bağlı değildir. Onlara güç veren İlahi bir güç vardır o da Allah’tır. İnsan endişe içerisindeyken ve korku halini yaşarken gönlünde Allah’a bilinçli bir yöneliş hissi uyanır. Bu yöneliş ile birlikte Allah’a yalvarış ve dua kendiliğinden ortaya çıkar. Bülbül de bunu fark eder ve bütün bu yan sebeplerden kurtularak Allah’a yönelir.
“Susamış biri serabı görünce onu su zanneder… Serabı su zannetmesinin nedeni, o insanın susamış olmasıdır, eğer susamasaydı onu su zannetmezdi, o insanın araştırmaya yönelme sebebi suya duyduğu gereksinimdendir. Suda hayatın sırrı gizli olduğu için, daha doğrusu su hayat kaynağı olduğu için, suya olan isteğini ve sevgisini gerçekleştirmek üzere seraba yönelir. Fakat yanına varınca, orada hiçbir şey bulamaz. Orada hiçbir şey olmayınca, su yerine, yanı başında Allah’ı bulur. Aslında susamış bir insanın oraya yönelmedeki gayesi bizzat su idi. Allah’ın maksadı ise, o insanın işin farkına varmaksızın, bu yanılsama yoluyla onu kendisine ulaştırmak!”….
Bülbül’ü Gül’e yönlendiren de o İlahî Güç’tür. Bülbül, Mutlak Gerçeğe susamıştır, ona ulaşma gayesindedir. Onlar sevgiye susamış olmasalardı, Bülbül gördüğü ilk güzele, Gül ise kendi aksine aşık olmazdı. Bülbül’ün Gül’e yönelişindeki gerçek neden “Yaratıcı”ya susamışlıktır. Gül’de gizli olan bir aşk tohumu vardır. Kalbinde saklı olan bu aşk tohumunun filizlenip büyümesini sağlayacak bir maşuka ihtiyaç duyar. “Güzellik, her ne kadar aslında statik bir kavramsa da, onu seyreden ile aşk olmazsa anlamı tam olarak anlaşılmaz, sevgi ilinin kendinin olgunlaşması için de aşığa ihtiyacı vardır.” Gül olmadan Bülbül, Bülbül olmadan Gül hiçbir şey ifade etmezdi. Gül’ün güzelliği Bülbül var olduğu müddetçe anlamlıdır. Gül’ün karşısında Bülbül olmasaydı Gül, ölünceye kadar, dünyadaki tek güzelin kendisi olduğunu düşünerek doğruyu bulamayacak ve gaflet içerisinde yaşayıp gidecekti. Allah, Bülbül’ü Gül’e yönlendirmiş, dolayısıyla sonunda her ikisinin de İlahî Öz’e ulaşmalarını sağlamıştır.
Diken, Gül’e ulaşma amacındadır. Bu yolda her şeyi feda etmekten geri durmayacak, güçlü olduğunu göstermek için Bülbül’e eziyet edecek, onu Gül Şehri’nden kovacaktır. Diken için Gül, ulaşamayacağı bir hayaldir. Hedefine ulaşamama korkusu ve hedefi ile kendisi arasındaki mesafenin büyüklüğü, onda aşağılık duygusunun oluşmasına neden olacaktır. Ona bu kadar uzak olan hayale, Bülbül’ün yakınlaştığını fark edince onu kıskanmaya başlar ve içten içe Bülbül’e kin besler, öfkelenir. Öfkelenen insan önüne çıkan her türlü engeli kendi gücünün üzerinde bir performans harcayarak aşmaya çalışır. “Saygınlık tutkusu, ruhsal yaşamda bir gerginliğin doğmasına yol açar; bu gerginlik nedeniyle insan güçlülük ve üstünlük amacını daha bir açıklıkla gözüne kestirir ve normaldekinden daha güçlü davranışlarla söz konusu amaca ulaşmaya çalışır.” Diken saygınlık kazanabilmek için güçlülüğünü ispatlamak zorunda olduğunu hisseder ve bu güçlülük psikolojisi artık önüne geçilmez bir hal alır. Öfke nöbetleri geçiren Diken (hâr-ı gaddâr), Bülbül’ü aşağılar, ona karşı saldırgan ve düşmanca tutumlar içerisine girer ve sonunda Bülbül’ü yaralar. Diken’in bünyesinde öfke psikolojisi bütün yoğunluğuyla hissedilir.[11]
Kaynaklar
[1] tr.wikipedia.org/wiki/Gül
[2] www.sifalibitkiler.us/archives/511
[3] www.cicekcesitleri.com/Gul
[4] www.yazgulu.com/guluntarihi.php
[5] vecdimuratsoydan.blogcu.com/isparta-gulunun-tarihi-ve-gulcu-ismail-efendi/7591282
[6] tr.wikipedia.org/wiki/Mavi_gül
[7] www.maxicep.com/kultur-sanat/gul-renkleri-gul-rengi-anlamlari-gul-renk-cesitleri-ve-ne-anlam-ifade-ederler-211433.html
[8] www.gaziantepcicek.com/gulsayi.htm
[9] tr.wikiquote.org/wiki/Gül
[10] Abdullah Eren (Ordu Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü), “Hüsn ü Aşk’ın Tasvirlerinde Gül”, www.sosyalarastirmalar.com/cilt3/sayi11pdf/eren_abdullah.pdf
[11] Arş. Gör. Dr. H. Gamze Demirel (Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü), “16. Yüzyıl Şairlerinden Fazlî’nin “Gül ü Bülbül Mesnevisi” ndeki Şahıs Kadrosunun Tasavufî Açıdan Değerlendirilmesi“, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, www.turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdergi/s21/demirel.pdf