Mumyalar

Tabuttaki Kızın Sırrı 
 
Rosalia Lombardo 1918 doğumlu bir general kızı.

1920 yılında İspanyol ateşi diye bilinen bir hastalığa yakalanıyor ve 2 yaşında can veriyor. Bu küçük kız hakkında farklı farklı hikayeler anlatılıyor.

Onu mumya eden kimyager Dr. Salafia, insan cesetlerine balsam sürmeyle ilgilenen bir uzman.

Bazı hikayelerde onu muhafaza eden bu Doktorun kendi babası olduğu iddia ediliyor.

Kızın nasıl, hangi tekniklerle ve hangi maddeler ile mumya edildiği, bugüne kadar bilinmiyor. Cesedin çürümesini engellemek için muhtemelen nitrit ve nitrat karışımı bir madde enjekte edilmiş. Doktorun kullandığı bu karışım henüz tam olarak çözülemedi. Bugüne kadar yapılan mumyalama tekniklerinin hiç birisinde ceset bu şekilde yüzde yüze yakın bir oranda canlı gibi durmadı.

Rosalia Lombardo´nun mumyası dünyanın en dayanıklı ve en sağlam mumyalarından birisi sayılıyor. Diğer mumyalarda tatbik edildiği gibi balmumu kullanılmadığı, kızın halen tek tek görünmekte olan sac tellerinden ispat ediliyor.

Şu an bu mumya Palermo’da  Sicilya’da (İtalya) da bulunuyor. Çok güzel bir kız çocuğu olan küçük Rosalia Lombardo, sanki canlı imiş gibi, mışıl mışıl uyuyor gibi duruyor…

Oysa 80 yıldır Rosalia Lombardo bir “Ölü çocuk”

Çin’in Tarım Havzası’nda bulunan mumyalar…

Zaman: İÖ I800 – İS 400
Mekân: Batı Çin

“Kurumuş derisi ve çökük göz boşlukları dışında uyuyan bir adama benzeyen kişiye bakarken garip bir duyguya kapıldım ve böylece çağımızın çok eski yüzyıllarında bu kasvetli Lop bölgesine yerleşmiş ve herhalde buradan hoşlanmış olan yerli halkın bir temsilcisiyle karşı karşıya olduğumu hissettim.”  AUREL STEIN, 1928.

Dünyanın en îyi korunmuş mumyaları Mısır’da ya da Peru’da değil, Batı Çin’de Tarım Havzası’nın büyük bir kısmını oluşturan Taklamakan Çölü’nde bulunmuştur, insanın biçimini öldükten sonra yapay olarak korumayı isteyen eski Mısır ve İnka uygarlıkları ile seleflerinin mumyalarının aksine Tarım mumyaları, Avrasya’nın ikinci büyük çölünün kuru ve tuzlu kumları arasında son derece doğal olarak korunmuştur.

Tarım mumyaları ilk olarak 20. yüzyılın başında İsveçli Sven Hedin, Alman Albert Von La Coq ve İngiliz Aurel Stein’in Çin’i batıya bağlayan İpek Yolu’nun kuzey ve güney omurgalarını oluşturan vaha kentlerini ortaya çıkarma seferlerinde bulunmuştur. Bu ilk seferlerde mumyalar çıkarılmış, fotoğrafları çekilmiş ve tarifleri yapılmıştı. Ancak bunları koruyacak ya da Batı müzelerine nakledecek tesisler yoktu.

Çinli ve Uygur arkeologlar ancak son zamanlarda bölgenin daha bilimsel araştırmalarım gerçekleştirmişlerdir. Uluslararası ilgiyi uyandıran da, onların daha sonra buldukları mumyalardır. Şu anda Batı Çin’de İÖ 1800 yıllarından Han Hanedanı’nın gücünü batıya doğru yaydığı İÖ ilk yüzyıllara kadar uzanan dönemden kalma en az 300 mumya vardır. Bundan sonraki tarihi döneme ait oldukları bilinenlerin sayısıysa daha fazladır.

Mezarlar ve Kumaşlar

Tarım mumyaları arasında belirli bir mumya insanı yoktur: Mumyalar çeşitli yer ve kültürlerden, özellikle de eski İpek Yolu’nun güneybatı ve kuzeybatı boylarındandır. Arkeologlar mumyaları sığ çukur mezarlarda, kat kat saz, kütük ve hayvan postu altında derin çukurlarda ve tuğla odalarda bulmuşlardır.

Kurumuş olan Lobnur tuz gölü yakınlarındaki yerlerde ve Kavrighul mezarlığında bulunan en eski mumyalar en basit örtülerle, yünlü battaniyelere sarılıdırlar ama İÖ 1000 yılından sonra kalanlar giyimli ve tüylü şapkalı (bir adam on şapkayla gömülmüştü), gömlekli, pelerinli, pantolonlu, renkli çoraplıdırlar ve hatta ekose kumaşlara sarınmışlar-dır. İpek Yolu’nun kuzeyindeki Subeshi’de başlarında cadıların sivri başlıklarını andıran çok uzun şapkalı üç kadın mumyası da bulunmuştur.

Mumyalar dokuma uzmanları için çok büyük bir tarih öncesi kumaş kaynağıdır ve bu uzmanlar, kalıntıları ancak yeni yeni derinlemesine analiz etmeye başlamışlardır. Ancak bu mumyaların en büyük esrarı yüzlerindedir. Bu mumyalanmış insanlar, günümüzde Doğu Asya’ya hâkim olan Mongoloit tiplerden değillerdir.

Açık renk saç ve sakalları Tarım havzasının bu ilk yerleşimcilerinin Kafkasya’dan ya da Avrupa’dan gelmiş olacaklarını göstermektedir. Batının bu yabancılarını teşhis etmek, son zamanların arkeolojik keşiflerinin en büyük muammalarından biridir.

Bu İnsanlar Kimdi?
Sincan’ın Tunç Çağı, yani İÖ 1800’den öncesi arkeolojisi hakkında çok az bilgi vardır ve bölgeye ilk kez ne zaman yerleşildiği bilinmediği için Tarım Havzası’nın bu hiç de çekici olmayan dünyasına ilk yerleşenler hakkında ancak bir tahmin yürütebiliriz. Ancak Tunç ve Demir çağları için varolan aşırı miktardaki kanıtlar, bunların ya batı sıradağlarından ya da kuzey steplerinden gelen Kafkas ırkından insanlar olduğunu göstermiştir.

Mumyaların yanı sıra mezarlarda iskeletler de vardır ve incelenen tarih öncesi 300 kaf atasından yalnızca yüzde 11’i Mongoloit fizik tipine uygundur ve bunlar da Sincan’ın doğusunda bulunmuşlardır. Sincan’ın hemen batısında olan Gansu bölgesinin ilk Çinli çiftçilerinin kendilerini çöl vahalarına çekecek bir şey bulamadıkları anlaşılmaktadır.

Kaderin bu kadar iyi koruduğu bu insanlar kimlerdi? Eğer yazılı tarihe geçecek kadar yaşamayan meçhul bir grup iseler o zaman bu konuda hiçbir şey öğrenemeyeceğiz demektir ve yapabileceğimiz ancak bunlara Sincan’ın Tunç ve Demir çağlarının bilinen çeşitli arkeolojik kültürlerinin adlarını vermektir. Ancak bu insanların haleflerinin yazılı belge dönemine erişebildiklerini inanmak için bazı nedenler vardır. Hatta pek çok kimse, bunların soyundan gelenlerin kendi varlıklarının hikâyesini bıraktıklarına inanmaktadır.

Tarım Havzası yalnızca çok sayıda insanı ve diğer organik kalıntıları korumakla kalmamış, çok geniş bir ilk elyazmaları koleksiyonu da korumuştur: Burası Çin’in Budizmi benimseyen ilk bölgelerinden biriydi ve Budizm de yazılı söze büyük değer veren bir dindi. Elyazmalarının çoğu Sanskrit gibi Hindistan’ın daha yakın zamanlarda ithal ettiği dillerde yazılmış olup Budist manastırlarında bulunmaktadır. Yerli halkın dillerinde yazılmış olanlar ise iki gruba ayrılabilir.

Birincisi Hotanca ya da Hotan-Sakaca olup Güney Tarım’ın eski Hotan kentinde ve çevresinde ve Tarım Havzası’nın kuzeybatısındaki bazı vahalarda konuşulan dildir. Dil, Farsça ve Orta Asya’nın batısının pek çok dilini içeren İran grubuna dahildir. Saka Dili’ne en yakın dil, Avrupa’da İskitler olarak tanınan bozkır göçebelerinin dilidir.

Bu dil, Tarım Havzası’nın güneyinde ve batısında temsil edilmekteyse de, mumyalar genelde Hotanca’nın izine rastlanılmadığı güneydoğu ve kuzeydoğuda toplanmışlardır. Bu bölgelerde İran dilleri izleri varsa da, bunlar genelde ticaret dili olup halkın kullandığı dil değildi.

Mumyaların yerleri (üçgenler) İran Sakalarından çok Toharlar’la uyuşmakta.

Toharlar
Mumyaların en çoğunun bulunduğu Tarım ve Turpan havzalarıyla Lobnur çevresindeki bölge, Tohar dillerinin daha sonraki dağılımıyla daha uyumludur. Toharca, Hint-Avrupa dilleri grubundandır, yani Avrupa’nın pek çok diliyle Asya’nın Iran ve Hint dilleriyle aynı tarih öncesi dilden kaynaklanmaktadır.

Toharcada pacer, mâcer, procer, ser, keu, okso, âu, twere, nuwe sözcükleri İngilizce’de sırasıyla father, mother, brother, sister, cow, ox, ewe, door ve new sözcükleriyle aynı Hint-Avrupa atasını paylaşır.

İpek Yolu’nun güney bölgesinden saf Toharca metin kalmamasına rağmen Hint belgelerinde o dilden alınmış kelimeler ve kişi adları bulunmaktadır. Toharlar erken Orta Çağ’dan kalma Budist mağaralarındaki resimlerde Kafkas ırkı yüz hatları ve gözlerle, açık renkli saç ve sakallarla çizilmişlerdir. Tarih öncesi mumyalardan birinin DNA analizinde mumyanın çağdaş Avrupalılar’ın yüzde 40’ında tipik olan aynı genetik mirası paylaşmakta olduğu görülmüştür.

İÖ 1000 yılından sonra kalma mumyalarda bulunan ekose kumaşlar da, Avrupa’nın Avusturya Alpleri’nde Hallstatt’ta bulunan en eski ekoselerine şaşırtıcı bir benzerlik göstermektedir. Elizabeth Barber, Avrupa ve Tarım ekoselerinin bu tür kumaşların en eski örneklerinin bulunduğu Kafkaslar’ın kuzeyinde ortak bir uzak kökeni paylaştıklarını ileri sürmüştür.

Toharlar, Hindikuş Dağları ile Ceyhun Irmağı arasında eski bir ülke olan Toharistan’a (Baktriane: Bugün Afganistan’ın ve Özbekistan ile Tacikistan topraklarının bir bölümü) adını veren eski bir halk olarak bilinir. Toharlar, Hunlar tarafından İÖ 3. yüzyılda batıya sürülen ve Çinlilerdin Yüeçi dediği halkla birlikte, kendi adlarını verdikleri bölgeye yerleştiler, buralara egemen oldular ve egemenliklerini Kushanlar olarak bilinen toplulukla birlikte Kuzeybatı Hindistan’a doğru genişlettiler.

Kushanlar’ın etkisiyle Budacılığı benimseyen Toharlar’ın egemenliği, 5. yüzyılda bölgeye Akhunlar’ın gelmesiyle son buldu. Tarım vahalarının en eski topluluklarından olan Toharlar, gelenekleriyle kendilerinden sonra Toharistan’da kurulan Kushan ve Akhun devletleri ile Türk hanlıklarını da etkilemişlerdir.

Tohar dillerinin diğer Hint-Avrupa dillerinden çok erken bir tarihte ayrıldığı, Hint ve İran dilleri konuşan komşularından ayrı olarak geliştikleri anlaşılmaktadır. Bu Toharların atalarının ÎÖ 4. binyılın ortalarında Kafkas ırkından bir grubun Volga-Ural bölgesinden doğuya doğru yapılan büyük göçün bir parçası olduğu iddia edilmiştir.

Afanasevanlar olarak bilinen bu insanlar, Sincan’ın kuzeyindeki Altay Dağları ile Minusinsk Havzası’na yerleşmişlerdir. Afanasevanlar’ın Tarım Havzası’na yerleşmek üzere İÖ 2000 yıllarında güneye göç etmiş olduklarını gösteren bazı kanıtlar da vardır.

Bu model her ne kadar kanıtlanmamışsa da, aslında Avrupa’dan gelen bir halk tarafından konuşulan bir Hint-Avrupa dilinin, Tarım Havzası’nın batısına kadar nasıl gittiğini gösteren ilginç bir açıklamadır. Böyle bir hareket en eski mumyalar için de bir dil kimliği sağlayacaktır

Niğde Müzesi’ndeki Rahibe Mumyası…

Niğde Müzesinin Mumya Reyonunda sergilenen Kadın Mumyası M.S. 10. yüzyıllara ait olduğu ve Aksaray ilinin Ihlara Vadisi’nde Yılanlı Kilise’den çıkarıldığı tahmin edilmektedir. 1965 yılında Mumya yurt dışına kaçırılmak istenirken yakalanarak Niğde Müzesine getirildi.

Niğde Müzesi Fazlı Açıkgöz, “Aksaray Ihlara Vadisinde bulunan ve M.S. 10. yüzyıl ait Rahibe Mumyası ile Aksaray Çanlı Kilise kaçak kazısı sonucunda bulunan aynı döneme ait olduğu tahmin edilen 4 çocuk mumyası sergilenmektedir.

Niğde Müzesi’nin en ilgi çeken eserlerinden olan Rahibe Mumyası 162 santimetre boyunda, üzerinde el dikişli bir elbise, başında ise omuz üzerindeki saçları açıkta bıkan türban bulunmaktadır. Sağ kolu göğüslerinin üzerine sol kolu ise göğüs altına doğru uzatılmıştır. Sol gözüne mil çekilerek beyni ve çürüyecek iç organları çıkartılmıştır” dedi.

National Geographıc Mumya Uzmanlarının mumya üzerinde 2003 yılında yaptıkları detaylı incelemelerde mumyanın 22 yaşlarında, 162 santimetre boylarında sarışın bir rahibeye ait olduğu anlaşıldı. Rahibenin darp edilmediği, enfeksiyon nedeniyle öldüğü tahmin edilirken iç endoskopları yapıldığı, gözbebeklerinin yerinde olduğu görüldü. Hıristiyan ölü gömme tekniği ile elleri göğüste birleştirilip, saçları iki yandan göğüs üstüne uzatıldığı görülüyor.

Hiç Doğum Yapmamış

Mumya Uzmanlarının yaptığı incelemelerde Rahibe’nin hiç doğum yapmadığı leğen kemiğinin hiç açılmadığından anlaşılmış. Saç kılında yapılan incelemelerde Rahibenin sarışın olduğu, deniz ürünleriyle beslenilen bir yerde yetiştiği anlaşılmış. Rahibenin saçlarını ve elbiselerinin bir kısmı günümüze kadar özelliğini korumuş.

Amasya Mumyaları…
National Geographic Channel (NGC) ‘‘The Mummy Road Show’’ (Mumya Gösterisi) adlı 13 bölümlük belgesel için Amasya’da 700 yıllık sekiz mumyayı inceledi.

Kültür Bakanlığı ve NGC’nin Türkiye temsilcisi MCD’nin de katkı yaptığı çalışmada mumyaların tek tek röntgenleri çekildi, endoskopi yapıldı ve DNA özelliklerinin bulunması için örnekler alındı. Buradaki mumyaların Mısır’dakilerin aksine iç organları olduğu belirlendi. İç organlarının çıkarılmaması, o dönemin kullanılan yöntemlerin gelişkinliğine kanıt olarak gösteriliyor.

Moğollarca öldürüldükleri sanılan bu kişilerin ölüm şekilleri, mumyalamada hangi kimyasal maddelerin kullanıldığı, kesin akrabalık bağları, hücre yapıları gibi geniş bilgilere ulaşmak için laboratuvar ortamında birçok test yapılacak.

İncelemenin ilk sonuçlarına göre; mumyaların Amasya’yı yöneten İlhanlı Devleti’nin Anadolu Nazırı Cumudar Şehzade Bey (56), Amasya Emirleri İşbuğa Nuyin (30) ve İzzettin Pervane Bey (50) ile İzzettin Bey’in eşine ve bir buçuk yaşındaki kızıyla üç buçuk yaşındaki oğluna ait oldukları belirlendi. Hepsinin de öldürüldüklerinde gözlerinin ağızlarının açık olduğu belirlendi. Ayrıca çocuklarda zatürre gibi solunum ve akciğer hastalıklarıyla bir çocukta kemik büyümesini durduran ölümcül hastalık izlerine, cariyenin kemiklerindeyse ağır yaşam koşullarını yansıtan artrite rastlandı.

Mumyalar Bütün Amasya’yı Dolaştı
Mumyalar Amasya Müzesi’nin kurulduğu 1925 yılından beri biliniyor. Müzeden önce Amasya’da bulunan Sultan Beyazıd Külliyesi’nin medrese kısmında teşhir edildiler, müzeye 1972’de geldiler. 1972-1978 arasını Selçuklu yapısı Gök Medrese’de geçirdiler, 1978’de yenilenen Amasya Müzesi’nin tekrar taşındılar. Amasya Arkeoloji Müzesi’nin resmi açılışı ile mumyaların sergilenmeye başlaması 1980. NGC desteğiyle sağlanacak görsel malzeme ve bilgiyle mumyaların sergilenmesi yeniden düzenlenecek. Yılda 90-100 bin kişi mumyalar için ziyaret ediyor müzeyi. Amasya Müzesi Müdürü arkeolog Ahmet Yüce NGC’nin çektiği belgeselin Türkiye’nin tanıtımı için çok önemli olduğunu söylüyor: ‘‘Bizim halkımız bile buradaki mumyaları tanımıyor, halbuki dünya arkeolojisinde en çok mumyaya sahip müze bizimki…’’

Kadın Firavun Hatşepsut…

Mısır’ın Krallar Vadisi’nde 1903’te bulunan bir mumyanın kadın firavun Hatşepsut’a ait olduğu belirlendi. Hatşepsut, eski Mısır’ın en önemli ve aynı zamanda en sıra dışı kadınlarındandı.

Kahire’deki ünlü Mısır Müzesi’nde toplanan ve aralarından çok sayıda basın mensubunun da bulunduğu meraklı kalabalık, bundan 3 bin 500 yıl yaşamış olan kadın firavunlardan Hatşepsut’a ait mumyanın teşhir edilmesini dört gözle bekliyordu.

Bulunduktan tam 104 yıl sonra ilk kez kamuoyuna gösterileceği duyurulan mumyayı görmek isteyenlerin oluşturduğu izdiham öylesine büyüktü ki güvenlik güçleri durumu kontrol altına almak için zaman zaman güç kullanmak zorunda kaldı.

Arkeologlar için Tutankamun’un mumyasının ardından en önemli bulgu olan Hatşepsut Amme’nin mumyasıyla ilgili araştırmalar yüz yıldan fazla sürdü. Kahire’deki Mısır Müzesi’nden muhafaza edilen mumyanın gerçekten de Hatşepsut’a ait olup olmadığı yıllardan beri bilim insanları arasında tartışmalara neden oluyordu.

Kimliği DNA testiyle belirlendi.
 
Ancak Mısırlı ilk çağ uzmanı Zahi Havas, mumyanın dişinden alınan DNA ve diğer bilimsel testlerle kadın firavunun kimliğinin belirlendiğini belirterek, “Bundan yüzde yüz eminiz. Mumya Hatşepsut’a ait” dedi.

Havas sözlerini “Hatşepsut’un diş yapısı çok zayıftı. Kendisi şişman bir kadındı ve şeker hastalığına yakalanmıştı. Ölüm nedeni ise şeker hastalığının da etkisiyle ortaya çıktığını tahmin ettiğimiz kemik kanseriydi. Bu mumyanın Hatşepsut’a ait olduğu konusunda hiçbir şüphemiz kalmadı, yüzde yüz eminiz artık. Azı dişinden elde  ettiğimiz veriler, bunun Hatşepsut mumyası olduğunu gözler önüne serdi“ diye konuştu.

Ancak bazı uzmanlar, 50 yıldan daha eski DNA örneklerinden sağlıklı veriler elde edilemeyeceği gerekçesiyle Havas’ın bu kadar emin konuşmasının doğru olmayacağını belirterek, söz konusu mumyanın Hatşepsut’a ait olmama ihtimali de bulunduğunu öne sürüyor.

Ne zaman hüküm sürdü?
Eski Mısır’da 18’inci hanedan döneminde hüküm süren kadın firavun Hatşepsut’un iktidarda bulunduğu zaman dilimi konusunda da çeşitli görüşler mevcut. En erken M.Ö. 1503 yılında iktidara geldiği, en geç M.Ö. 1445’te iktidarının sona erdiği sanılıyor.

Uzun süren hakimiyet yılları boyunca barışçı bir politika izleyen Hatşepsut, yalnızca isyan bastırmak için sefere çıktı. Hatşepsut’un zehir içerek intihar ettiği iddia edilse de bu konuda herhangi bir delil bulunamadı.

İmar çalışmalarına büyük önem veren kadın firavunun zaman zaman erkek giyisileriyle ve takma bıyıkla halk arasında dolaştığı da rivayet ediliyor. Tarih kayıtlarında, Hatşepsut’un 22 yıl süren iktidarından sonra yerine III. Tutmosis’un geçtiği bilgisi yer alıyor.

Çaçapoya Kadını… 

Amazon bölgesinde gizli bir yeraltı mağarasında 600 yıl öncesine ait bir düzine mumya bulundu. Güney Amerika’da amazon bölgesinde mezar ve tapınak olarak kullanılan gizli bir yeraltı mağarasında bulunan 600 yıl öncesine ait bir düzine mumya, bilim dünyasında büyük heyecan yarattı.

Bir kadın mumyasının Norveçli ressam Edvard Munch’un ünlü “çığlık” tablosunu çağrıştıran biçimde, korku ve dehşetten ellerini yüzüne kapatmış olarak bulunması, büyük ilgi çekti.

Bilim adamları, kadının bu pozisyonunun ölüm korkusunu nasıl yaşadığını apaçık ortaya koyduğunu söylediler.”Çaçapoyalar” (bulut insanları) kabilesi mensuplarına ait bir düzine mumyanın bulunduğu mağara, Peru’nun Yağmur Ormanları kıyısında üç ay önce yürüyen bir köylü tarafından tesadüfen keşfedildi.

Bilim adamları, mağarada 600 yıl bozulmadan kalabilmiş mumyalarla birlikte seramik, kumaş ve duvar resimleri de buldular. Çaçapoyalar, uzun boylu sarışın ve beyaz tenli oldukları için bazı araştırmacılar Avrupa’dan geldiklerine inanıyor. İnkalar tarafından fethedilen Çaçapoya topraklarındaki tüm kayıtlar, 1512’de İspanyolların işgalinden sonra kayboldu. Bir tek Ant Dağlarında 3 bin metre yüksekteki Kuelap Kalesi kaldı.

Mezarını açanı lanetleyen mumya

İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndeki Sidon Kralı Tabnit’in mumyasından DNA testi için bir azıdişini alan ABD’li uzmanlar, sözlü olarak “Bir sonuç çıkmadı” dedi.

 

ABD’liler ne sonuç ne de aldıkları azıdişini geri gönderirken, Adli Tıp uzmanı Prof. Dr. Sevil Atasoy, bu tür durumlarda yabancı ekipte bir Türk uzmanın da yer alması gerektiğini söyledi.

National Geographic televizyonu tarafından bir belgesel programı için 2003 Aralık’ta İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde çekimler yapıldı.

Belgeseli çekildi
Belgesel kapsamında Kral Tabnit’in yaşadığı dönemdeki hastalıkları, yaşı, hangi millete ait özellikler taşıdığı ve neden öldüğü gibi sonuçlar için mumyanın kafatasından bir azıdişi, kaburgadan ve sol femür üzerinden küçük birer parça deri örneği alındı.
Örnek alma işlemini yapan ABD’li bilim adamı Rush Spencer Wells alınan dişin içinden küçük bir parçadan sonuca ulaşılması halinde dişin geri gönderilebileceğini belirtti. Analiz ve kan testlerinin Amerikan Univercity Of Beirut’ta, DNA testlerinin ise Leipzig veya Oxford laboratuarlarında yapılacağı bildirildi. İncelemeyi tamamlayan ABD’li ekip, müze yetkililerine sözlü olarak, ‘Sonuç yok’ bilgisi verdi. Azıdişini ise geri göndermedi.

‘Ekipte bizden biri olmalıydı’
Bu durumu değerlendiren İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sevil Atasoy şöyle konuştu: “Mısır mumyaları üzerinde pek çok ekip bugüne kadar çalışma yaptı. Müzelerde de bu araştırmalar yapıldı. Her zaman sonuç alınacak diye bir kaide yok. Ancak neden bizim uzman-larımızdan hiç kimse yok? Önemli olan burası. Bu araştırmayı bizim uzmanlarımız da yapabilirdi. En azından bu yabancı ekibin içinde bizden birileri olmalıydı. Benzer bir çalışma Noel Baba için yapılmıştı. Biz orada bulunduk. Onların ülkemiz aleyhine sonuç çıkarmalarına engel olduk.”

Mezarını açanı lanetliyor 
Kral Tabnit’e ait mumya müzedeki diğer 4 mumyadan farklı özellikler taşıyor. Onun üzerinde mumya bezi yok. Başında hâlâ saçları var. İç organları kurumuş da olsa hâlâ vücudunda duruyor. Derisi vücudunun alt ve yan kesimleri ile kafatasında hâlâ mevcut. Korkutucu bir görüntüsü olan mumya cam bir fanus içinde sergileniyor. Mumyaya ait lahtin üzerindeki yazılarda ise Kral şöyle diyor: “Ey mezarımı bulan kişi, her kim olursan ol lahdimi açma, huzurumu bozma. Çünkü yanımda ne gümüş, ne altın, ne de define vardır. Mezarımı açarsan nesilden ve nesepten mahrum kal ve ölüler arasında yatacak yer bulma.”

At kuyruklu insan mumyaları

 1.7 metrelik saçlarını atkuyruğu halinde toplamış, 400 yıllık mumyalar, Çin’in uzak batısında bulundu.

Çin’in en uzak batı bölgelerinden Ksinjiang’ın Turfan kentinde, bir inşaat için yapılan kazı çalışmaları sırasında, 6 tane tuhaf insan bedeni bulundu.

Mumyalanmış olan ve son derece iyi muhafaza edildikleri anlaşılan cesetlerin yaklaşık 400 yıllık oldukları tahmin ediliyor.

Hemen incelenmeye alınan bu insan kalıntılarının ne şekilde mumyalandıkları henüz anlaşılamadı ama 1644’ten, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1911’e kadar iktidarda olan ve son hanedan olan King hanedanıma mensup oldukları belirtiliyor.

Tamamı erkek olan mumyaların 1.7 metre uzunluğunda ve atkuyruğu şeklinde toplanmış saçları dikkat çekti.

Hanedana üye kimselerin saçlarını bu şekilde topladıkları biliniyor ama şimdiye kadar böylesine genç kimselerde bu kadar uzun saçlar görülmediğini söyleyen uzmanlar “Bu insanların cansız bedenlerini bulmak bir tesadüftü. Ama onlar çok bilinmeyenli birer denklem gibiler. Son hanedanın üyeleri olduklarını biliyoruz. Ama o uzak bölgede, nasıl toplu halde öldüklerini, neden hepsinin genç olmasına karşın bu denli uzun saçları olduğunu bilmiyoruz” dediler.

Buz Adam Ötzi

Buz Adamı Ötzi, 1991 yılında Avusturya-İtalya sınırındaki Ötzlar Alplerinde keşfedilmiş olan, M.Ö. 3300 yıllarında yaşamış bir adamın doğal şartlarda oldukça iyi korunmuş mumyasına günümüzde verilen isimdir.

Bu ismi bulunduğu vadiden almıştır. Aynı dönemden kalma ve Ginger ismiyle tanınan Mısır mumyasından biraz daha yaşlı veya biraz daha genç olabilir. Ötzi antrolopologlar ve arkeologlar için Bakır Çağı (Cilalı Taş ile Bronz Çağı arası) Avrupa insanının hayat tarzına ilişkin çok değerli bilgiler sağlamıştır.

Ötzi 19 Eylül 1991’de yolunu kaybetmiş iki Alman turist, Helmut ve Erika Simon, tarafından bulunmuştur. Cesedin önce günümüze veya yakın geçmişe ait olduğu zannedilmiştir. Zira bölgede dağcıların veya I. Dünya Savaşı’nın kayıplarıyla sık sık karşılaşılmaktaydı. Bu düşünceyle Avusturya polisince teslim alınarak Innsbruck’a götürülen Ötzi’nin gerçek yaşı burada anlaşılmıştır. Üzerinde incelemeler başladıktan sonra ortaya çıkan ilginç bir gelişme de, buluntu yerinin yapılan kesin ölçümünden bu noktanın İtalya sınırından birkaç metre içeriye girmiş olmasıdır. Bu sebeple Ötzi İtalya ‘ya teslim edilmiştir. Bugün İtalya’nın Almanca konuşulan Güney Tirol bölgesinin merkezi olan Bozen-Bolzano kentinin arkeoloji müzesinde sergilenmektedir.

Bilimsel analiz
Ötzi üzerinde adli tıbbın, arkeolojinin, antropolojinin ve diğer ilgili disiplinlerin en ileri bilgi düzeylerini içeren çok titiz bir çalışma yapılmış, mumya kapsamlı bir şekilde ölçülmüş, röntgen ışınları ndan geçirilmiş ve tarihlendirilmiştir. Dokuları ve sindirim sistemi içindeki buluntular, ve taşıdığı aletlerdeki polenler ve diğer kalıntılar, mikroskopla incelenmiştir.

Ötzi’nin ölümü esnasında 30-45 yaş arasında olduğu, yaklaşık 1.60 boyunda olduğu anlaşılmıştır. Üzerindeki polen ve toz toprak kalıntılarından ve diş minelerinin izotopik yapısından, çocukluğunu Bolzano’nun biraz kuzeyinde geçirdiği, ergenlik çağında ise 50 kilometre daha kuzeyde yaşadığı sonucuna varılmıştır.

Ötzi’nin vücudunun çeşitli yerlerinde toplam 57 dövme bulunmaktadır. Daha da ilginci, bu dövmelerin, günümüzde akupunktur tedavisi açısından önem arzeden noktalar üzerinde veya çok yakınında bulunmasıdır. Hatta, dövmelerin denk geldiği akupunktur noktalarından hareketle, Ötzi’nin sindirim sistemi parazitleri ve osteoartrit gibi sağlık sorunları yaşadığı sonucu oluşturulmuştur. Dövmelerin ilkçağlarda akupunktur tedavisinin erken aşamalarını ifade ettiği tezi de bu şekilde hayli güçlenmiştir

Ötzi’nin giysilerinin (kuru otlardan örülmüş bir pelerin, deri yelek ve ayakkabılar) de büyük bir ustalığın ürünü olduğu görülmüştür. Ayakkabıları geniş ve su geçirmez niteliktedir, ve karda yürümek için özel olarak tasarlanmıştırlar; tabanlarında ayı derisi, üst kısımlarında geyik derisi kullanılmış ve bu iki arası ağaç kabuğu parçaları ile birbirlerine bağlanmıştır. Ayakkabıların etrafı ve içi kuru otlarla kaplanarak, sıcak çorap işlevi görmüştür. Uzmanlarca Ötzi’nin ayakkabıları esas alınarak üretilen pilot modellerin o kadar iyi ayakkabılar oluşturduğu görülmüştür ki, ticari üretime dönük planlar bulunmaktadır

Ötzi ile birlikte bulunan diğer nesneler arasında, sapı porsuk ağacından bir bakır balta, sapı dişbudak ağacından bir çakmaktaşı bıçak, sopaları kartopu çalısı veya kızılcıktan yapılmış ve ucu çakmaktaşlı oklarla dolu bir sadak, ve yapımının henüz tamamlanmadığı anlaşılan ve Ötzi’nin boyundan daha uzun ve yine porsuk ağacından yapılmış bir yaydır.

Ötzi’nin ölümü anında yanında iki tür çok gözenekli mantar taşıdığı görülmüştür. Bunlardan huş ağacı mantarının antibakteryel faydaları olduğu bilinmektedir ve tıbbi nedenlerden bulundurulmuş olmalıdır. Diğer mantar türü ise çıra mantarı olarak bilinen ve karmaşık bir ateş yapma teçhizatının bir parçası olduğu görülen mantardır. Bu teçhizatta on kadar kolay tutuşma özellikli bitkiden numuneler ve kıvılcımları oluşturmakta kullanıldığı anlaşılan çakmaktaşı ve pirit parçaları bulunmaktaydı.

Ötzi’nin sindirim sisteminin analizinde, ilki dağkeçisi eti, ikincisi kızıl geyik eti olmak üzere, iki ayrı yemeğin kalıntıları bulunmuştur, ve etlerin tahıl beraberinde yendiği anlaşılmıştır. İlk yemeğin kalıntılarında yer alan polenler araştırmacıları bu yemeğin orta rakımda bir kozalaklı ağaç ormanında yendiği sonucuna ulaştırmıştır.

DNA analizi Ötzi’nin silahları ve eşyaları üzerinde başkaca dört ayrı kişi kaynaklı kan izleri ortaya koymuştur. Kan izlerinin ilki bıçağında, ikincisi aynı okun üstünde, sonuncusu ise mantosunda bulunmuştur.

Ötzi’nin anneden çocuğa geçen dizimi olan mitokandriyal DNA’sını inceleyen İtalyan ve İngiliz bilim adamları, Ötzi’nin genetik soyunun ya çok nadir görüldüğünü ya da bittiğini buldular. İngiltere’deki Leeds Üniversitesi’nden Martin Richards, yaptığı açıklamada, Current Biology dergisinde yayımlanan araştırmalarının, Ötzi’nin soyunun gerçekte tükendiğini ortaya koyduğunu söyledi. Richards, kendisinin ve meslektaşlarının incelemelerinin, Ötzi’nin, günümüzdeki Avrupalı nüfuslarda rastlanmayan bir soya ait olduğunu teyit ettiğini bildirdi.

2004 de aynı vadide I. Dünya Savaşı Avusturya ve İtalya arasındaki en şiddetli çarpışmalarına sahne olan San Matteo muharebesi nde (1918) ölmüş 3 Avusturya-Macaristan askerinin cesetleri de bulunmuştur. Çevrenin Ötzi üzerinde etkilerini daha iyi anlamamıza yardım edeceği düşüncesiyle bu cesetler üzerinde de çalışmalar yürütülmektedir.

Bir İlkçağ cinayeti mi?
Bir CAT taraması Ötzi’nin ölümü anında omzuna muhtemelen bir ok saplanmış bulunduğu ve bu okun pelerinini hafifçe yırttığı sonucunu vermiştir. Okun ucu Ötzi’nin vücüdundan çıkarılmış olmalıdır. Aynı taramadan görüldüğü üzere, Ötzi’nin ellerinde, bileklerinde ve gövdesinde de yara ve bereler bulunmaktaydı.

Bu delillerden hareketle bir Agatha Christie romanı yazarcasına çalışan Avustralyalı moleküler biyolog Thomas Loy, Ötzi ve bir veya iki arkadaşının avcılık yaparken, hasım bir grupla çatışmaya girdikleri fikrini oluşturmuştur. Ötzi’nin bu çatışma esnasında bir süre bir arkadaşını taşımış olması veya bir arkadaşı tarafından taşınmış olması mümkündür. Kan kaybından zayıf düşen Ötzi, görülebildiği kadarıyla, silahlarını ve diğer teçhizatını düzgün bir şekilde bir kayanın yanına sıralamış ve ardından da son nefesini vermiştir.

Bütün deliller toplanmadan yürütülmüş daha fantezist tahminlerde, Ötzi’nin düşmandan kaçarken değil, bir tanrıyı veya tanrıları sakinleştirilmesi veya şeflerin soyunun sürdürülmesi amaçlı bir ayinde kurban olarak öldürüldüğü öne sürülmüştür. Aslında Mısırlı olduğu, hatta ayin esnasında hadım edildiği bile iddia edilmiştir. Ancak, mumyalaşma ile çok küçülmüş olmasına rağmen, Ötzi’nin penisi bulunmaktadır.

Ötzi’nin laneti söylentileri
Ötzi’nin keşfi ve üzerindeki araştırmalar ile şu veya bu şekilde bağlantılı 7 kişi aradan geçen 14 yıl içinde ölmüştür. Kimileri bu ölümleri bir lanete bağlarken, kimileri de tesadüf olarak yorumlamaktadır. Ötzi üzerinde yakın çalışmalar yürütmüş bazı araştırmacı ve bilim adamının da ölmemiş olduğunu burada belirtmek gerekir.

‘Lanet’ 1992’de Ötzi’nin vücudunu inceleyen adli tıp ekibinin şefi Dr. Rainer Henn’in ölümü ile başlamıştır. Dr. Henn, Ötzi hakkında vereceği bir konferansa giderken, arabasıyla bir başka arabaya başbaşa çarparak can vermiştir.

İkinci ‘kurban’ Dr. Henn’i ve diğerlerini Ötzi’nin bulunduğu yere götüren ve sonradan turistler için Ötzi turları düzenlemeye başlayan dağcı Kurt Fritz olmuştur. Pek çok dağcının başına gelebildiği gibi, çığ altında kalmıştır.

Avusturyalı gazeteci Rainer Hoelzl üçüncü ‘kurban’ olmuştur. Ötzi’nin yerinden çıkarılışını ve sonrasındaki incelemeleri, yakın plan röportaj hakkı elde etmiş tek gazeteci sıfatıyla filme almış ve filmi bütün dünyada gösterilmiştir. Filmin gösterime girmesinden birkaç ay sonra, bir tür beyin tümörü olduğu düşünülen gizemli bir hastalığa yakalanmış, ve kısa sürede büyük acılar içinde ölmüştür.

Dördüncü ‘kurban’ Ötzi’yi bulan Alman turist Helmut Simon’dur. Simon, Ötzi üzerinde hak elde edebilmek için açtığı 75.000 Dolar tazminat içeren bir davayı kazanmasını kutlamak üzere, keşfini gerçekleştirdiği bölgeye dönerken, güzel havada yola çıkmış olmasına rağmen, yolda kar fırtınasına yakalanmış ve Ötzi’nin ölüm yerinden 200 kilometre kadar mesafede, yüz metrelik bir uçuruma düşmüştür. Henüz dava sonuçlarını kesinleştirecek imzayı atmamış olduğundan, dul bayan Simon 75.000 Dolar’ı alamamıştır.

Helmut Simon’un gömülmesinden bir saat kadar sonra, yollarını kaybetiklerinde Simon çiftini aramaya çıkan ekibin şefi olan Dieter Warnecke 45 yaşında kalp krizinden ölmüştür.

Ötzi’nin vücudunu bakterilere ve mantarlara karşı korumak üzere bir yöntem geliştiren Innsbruck’lu profesör Friedrich Tiefenbrunner Ocak 2005’de açık kalp ameliyatı esnasında ölmüştür. Tiefenbrunner’ın bulunduğu bilimsel ekibe şeflik eden ve Ötzi konusundaki bir numaralı uzman olan arkeolog Konrad Spindler, 5 ölümden sonra artık dile getirilmeye başlanan lanet söylentilerini, ‘ne yani? sırada ben mi varım? medya palavrası bunlar,’ diyerek inkar etmekteydi. Nisan 2005’de evvelce mevcut bir kronik hastalığı olan ALS ‘den vefat etmiştir.

Son olarak, Ekim 2005’de, Avustralyalı Dr Tom Loy ‘lanet’in son kurbanı olmuş, Ötzi hakkında bir kitaba son rötuşlarını koyarken ölmüştür. Sayı böylece 7’ye çıkmış olmaktadır.

Normal olarak gömülen bir insanın 5 yıl içinde yalnız kemikleri kalır. Oysa turba bataklığındaki cesedin cildi, parmak izleri, saçları ve hatta göz yuvarları bile bozulmamıştır. Öyleyse burada cildin bile binlerce yıl bozulmamasını sağlayan bir şey vardır…

Dünyanın en İyi Doğal Mumyası Tollund Adamı

1950 yılında Danimarka’daki turba bataklıklarında çok önemli bir buluş gerçekleşti. Emil ve Viggo Hojgard kardeşler bir ceset buldular. Silkeborg’un 10 km batısındaki Bjaeldskovdal bataklığında buldukları bu erkek cesedi, daha dün ölmüş gibiydi. İki kardeş hemen polise haber verdiler. Polis, kurbanın yanında cinayet aleti de bulmasına karşın, katil ya da katillerin araştırılmasını önemsemedi. Bunun yerine Silkeborg Müzesini aradılar. Çünkü daha önce de 1927 ve 1938 yıllarında bu tür olaylarla karşılaşmışlardı. Kurban, polislerin de tahmin ettiği gibi tarih öncesi zamana aitti. Bundan tam 2 bin 200 yıl önce yaşamıştı. Peki neydi bu cesedin buluş olarak adlandırılmasının nedeni? Bu ceset, bize Demir Çağı’nı anlatacaktı…

Tollund Adamı

Dünyada en iyi korunmuş doğal mumya” olarak nitelendirilen “Tollund Adamı”, cesedi bulan Emil ve Viggo kardeşlerin çiftliğinin Tollund köyünde olmasından dolayı bu adı almıştır.

Mezarında, dile kolay 2 bin 200 yıl kadar kalmış olmasına rağmen, başı ve vücudu çok iyi korunmuştur.

Normal olarak gömülen bir insanın 5 yıl içinde yalnız kemikleri kalır. Oysa Tollund Adamı’nın cildi, parmak izleri, saçları ve hatta göz yuvarları bile bozulmamıştır. Öyleyse burada cildin bile binlerce yıl bozulmamasını sağlayan bir şey vardır. Bozulmayı önleyen ve cildin rengini karartan, suyun içindeki asidin ve havasız ortamın etkisidir.

Bataklık sıvısındaki asidin derecesi, koruma miktarını etkilemede en önemli etmendir. Asit miktarı çok fazla olduğunda, asit ve bataklık bitkilerinin kökleri, kemikleri çürütürken, Tollund Adamı’nın cesedinin derisi bile bozulmadan kalmıştır. Dudakları, burnu, göz kapakları, kaşları, kırışıklıkları, saçı, uzamış sakalı ve hala kişisel özelliklerini taşıyan yüzü, yaşayan bir insana ait gibidir. Uyuyan biri gibi görünen Tollund Adamı’nın yüzündeki sakin ve huzurlu görüntünün ardında ise bir dram gizlidir.

Tollund Buluşu Bilimsel Araştırmalar İçin Önemli

Tollund Adamı, birçok bilimsel araştırma için çok önemli ipuçları taşır. Karbon-14 testleri (canlı varlıkların yaşlarının belirlenmesinde kullanılır. Çünkü canlı varlıkların bünyelerinde bulunan tek radyoaktif madde Karbon-14’tür), Tollund Adamı’nın M.Ö. 350’lerde ölmüş olduğunu gösterir. Öldüğünde 40 yaşlarında olduğu tahmin edilir. 1.61 cm boyunda olması günümüz insanlarıyla kıyaslandığında ufak tefek bir adam olduğunu gösterirken, parmak izleri ve ayak kalıbı, günümüz insanıyla benzerlik taşır. Ayağındaki iki yara izi, yalınayak yürüdüğünü ve bu yüzden bazen de ayağının kesildiğini bize anlatır.

 

Tollund Adamı’nın başı da vücudu gibi çok iyi korunmuştur. Saçı 5 cm uzunluğundadır. Kaşlarının bir bölümü bozulmadan durur. Sakalı da birkaç günlüktür. Saçındaki ve sakalındaki kırmızı renk ise bataklık suyundan kaynaklanır.

Vücudunun üst kısmının büyük bir bölümü deriyle kaplıdır, ancak omuzlarının bazı bölümleri çürümüştür. Sol kalça kemiği dışarı fırlamış olmasına karşın, cinsel organları iyi korunmuştur.

 

Giysi olarak üzerinde bir kuşak ve bir şapka vardır. Boynuna deri bir ip bağlanmıştır. İpin bir ucu çekilmek üzere halka oluşturacak biçimde düğümlenmiş ve sıkıca ilmek atılmıştır. İpin izi, boyundaki deride açıkça görülür ve bağlanış biçiminden adamın asılmış olduğu bellidir.

Son Yemek

Tollund Adamı’nın bağırsak içeriğinin fotomikrografları: a) arpa poleni kümesi; b) ketenden epidermis hücreleri; c) arpadan elde edilen epidermis hücreleri; d) kırbaç kurdu yumurtası; e) mide kurdu yumurtası; f) tenya yumurtası

Beyin röntgeninde başın yara almadığı anlaşılmıştır, ama beyin büzülmesine rağmen iyi korunmuştur. Otopsi sonucu adamın kalp, akciğerler ve karaciğerinin de iyi korunduğu görülmüştür. Mide ve bağırsaklarda hala son yediği yemeğin artıkları duruyordur… Son yemeğinde arpa, keten tohumu ve bataklık bölgelerde yetişen çeşitli otlardan yapılmış bir un çorbası içtiği tahmin edilir.

Yemeği, Demir Çağı’nın ilk zamanlarının tipik yemeğidir. Bir arkeolog, 2 bin yıl önceye dayanan bu yemeği hazırlamış ve Tollund Adamı’nın yaşamı boyunca bu yemeği yemeye zorlanmasının bile başlı başına büyük bir ceza olacağını vurgulamıştır.

Cam Kutudan Bakan Anlamlı Yüz

Ölüler gömülü oldukları bataklıklardan çıkarılınca, havayla temas eder etmez hızlı bir şekilde bozulmaya başlarlar. Bu yüzden, Tollund Adamı’nın başını korumak üzere onu önce su, asetik asit ve formalin karışımında 6 ay tuttular. Daha sonra sırasıyla yüzde 30’luk alkol, yüzde 90’lık alkol ve en son parafinle karıştırılmış saf alkol eriyiğinde bıraktılar. Sonuçta tek olumsuz yön, başın yüzde 12 oranında büzülmesiydi. Öte yandan, Orta Jutland’daki Silkeborg Müzesinde cam bir kutu içinden bakan anlamlı yüz gerçekten şaşırtıcıdır.

Tollund Adamı’nın neden asıldığını ve turba bataklığına gömüldüğünü hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ama katil ya da katillerinin ona bir cani gibi davranmadıkları belli. Öldükten sonra hırpalamadan gözlerini ve ağzını özenle kapatıp, turba bataklığına taşımışlar. Ölümü konusunda yürütülen tahmin ise adamın toprak ana şerefine kurban edilmiş olabileceği…

Silkeborg Müzesinde Sergileniyor

Silkeborg Müzesi Müdürü Christian Fischer, “Tollund Adamı’nın gerçek yaşını ve doğum tarihini tam olarak bilmiyoruz, ama Viggo ve Emil kardeşler onu Tollund köyünde bulduklarında yeniden doğduğunu biliyoruz. Bu buluş enfes bir örnektir, çünkü Erken Demir Çağı’nda yaşamış olan atalarımızın yaşamları hakkında bize bilgi verir” diyor.

Budist Mumyalar…

Japon Budist rahipler önce 1000 gün yoğun antrenmanlar arasında sadece fındık fıstık ve tohum yiyorlar. Akabinde 1000 gün meditasyon yapıp sadece çam ağacı kabuğu ve kökü yiyorlar. Bütün bunlar vücutta en kolay çözünebilen kısım olan yağları büyük ölçüde yok ediyor.

1000 günün sonuna doğru rahip Urushi Ağacı özünden yapılan bir çay içmeye başlıyor. Bu özsuyu Japon çanak ve eşyalarını boyamakta kullanılan oldukça zehirli ve alerjik bir madde… İçen kişide terleme, kusma ve idrara çıkma gibi etkiler yapıyor. Bu şekilde çürümenin bir diğer nedeni olan fazla su da vücuttan atılıyor. Bu çayın en önemli etkisi ise vücutlarında biriken zehir sayesinde öldükten sonra kurtçuklarca yenmelerini engellemesi…

En sonunda büyük gün gelip çatınca, kendilerini canlı canlı bir deliğe gömdürüyorlar. Nefes alabilmeleri için mezardan dışarıya bir boru uzatılıyor. Yanlarına bir çan veriyorlar ve yaşadığı müddetçe çanı günde bir kez çalıyorlar. Artık çan çalmaz olduğunda boruyu çıkarıp mezarı kapatıyorlar.

Bir süre sonra mezarları açıldığında bir kısmı çürümüş oluyor, bunları tekrar mezarlarına koyuyorlar. Bir kısmı ise mumyalaşmış olarak Buda makamına erişiyor ve tapınılmaya başlanıyor.
Neden sadece bir kısmının mumyalaştığı araştırıldığında ise ölmeden önce Yudonu dağındaki kutsal sudan içtikleri anlaşılıyor.
Yapılan araştırma bu suyun bir insanı öldürecek derece arsenik taşıdığını ortaya çıkarıyor. Arsenik vücuttan atılamayan bir zehir ve kişi öldükten sonra dahi bu zehir vücudda bulunuyor. Bu şekilde çürümenin en büyük etkeni olan bakterilerin de üremesi engellenmiş oluyor.

Bataklık Mumyaları

Zaman: İÖ, 1. yüzyıl-İS 4. yüzyıl
Mekân: Kuzey Avrupa

1640 baharında Schalkholzer Bataklığı’ndan bir insan cesedi çıkarıldı. Adam herhalde öldürülmüş ve oraya gömülmüştü.

Kuzey Avrupa’nın şaşırtıcı derecede iyi korunmuş bataklık cesetleri hem popüler hayal gücünü hem de bilimsel varsayımları uzun bir süre etkilemiştir. Bu ıssız ve tehlikeli bataklıklarda bu insanların ne işleri vardı? Nasıl bu kadar iyi korunabilmişlerdi? Ve cesetlerin çoğunun şiddete maruz kaldıkları göz önüne alınırsa neden burada ölmüş ya da öldürülmüşlerdi? Bunlar tanrılara ya da bu sulak yerlerin ruhlarına mı kurban edilmişlerdi? Yoksa kaza ya da cinayet çok daha inandırıcı bir açıklama olabilir miydi?

Bataklık cesetlerinin ilk esrarı olan bu kadar iyi korunmuş olmaları kolaylıkla açıklanabilir. Burada en önemli şey, bataklıklardaki bataklık yosununun turba oluşturmasıdır. Bu da bakterilerin üreyememesi ve böylece de organik maddelerin (aynı zamanda bataklık cesetlerinin) bataklık yosunu içinde bakteri saldırısına uğramaması demektir.

Yosunda doğal bir deri tabaklama kimyasalı vardır ve bu da bataklık cesetlerinin derilerini korurken, rengini de “Maillard reaksiyonu” adı verilen bir süreçle koyu kahverengiye dönüştürür. Bataklık yosunu ölünce turbaya dönüşür ve bataklık cesedi, biriken tabakaların altında kalır. Son yüzyıllarda yakıt olarak turba kullanılması ve son zamanlarda bahçelerde turbanın hâlâ kullanılır olması nedeniyle, bataklık cesetleri bu turba kullanımı sırasında tekrar günışığına çıkmıştır.

Windeby Kızı

Windeby Kızı’nın başının bir yanı tıraş edilmiş ve gözlerinin de bağlı olması, ölümün bir kaza olmadığını göstermektedir. Bazı bataklık cesetleri ölümden önce soyulmuşlardı.

Huldremose Kadını

Huldremose Kadın’ının üzerinde ise koyun postu bir pelerin, ekose bir etek, başında bir örtü vardı. (Sağda) Danimarka’da I950’de bulunmuş olan Tollund Adamı’nın boynunda, asılması için kullanılmış olan ip hâlâ duruyordu.

KEŞİF VE TARİHLEME

Eski çağların bataklık cesetlerinin en eski keşif kayıtları 17. yüzyıldadır ve 18. ile 19. yüzyıllar boyunca bulunan ceset sayısı da artmıştır. Bu cesetlerden bir kısmı bir iz bırakmadan kaybolmuşlar, bir kısmı yeniden kutsanmış topraklara gömülmüşler ama turba bataklığının koruyucu ortamı olmadan hemen çürümüşlerdir. En az bir bataklık cesedi, “mumya tozu” kaynağı olduğu gerekçesiyle pahalı bir ilaç olarak satılmıştır.

 Lindow Moss

Ciddi bilimsel araştırmalar ancak 1870’lerden sonra başlamışsa da, en ünlü bataklık cesetleri keşifleri ancak 20. yüzyılda gerçekleşmiştir. Aynı zamanda teknolojideki ilerlemeler de Danimarka’daki Tollund (1950) ve Britanya’daki Lindow Moss (1984) cesetlerinde ayrıntılı analizler yapılmasını mümkün kılmıştır.

Bataklık cesetlerinin mükemmel bir biçimde korunmuş olmaları gerçek eskiliklerini maskelediği için, bunların gerçekten ne kadar eski olduklarım anlamak için büyük çabalar harcanmıştır. Danimarka’da 1950’de Tollund Adamı’nı bulan turba kesiciler, yakınlarda öldürülmüş bir cinayet kurbanı bulduklarım sanarak polise başvurmuşlardı.

1983’te Cheshire’da Lindow Moss’da saçları, gözleri ve beyninin bir parçası olan bir kafatası bulununca polis bunun bilinen bir cinayet kurbanına ait olduğunu sanmış ve zanlı kişi de, delilleri görünce cinayeti işlediğini itiraf etmişti. Ancak radyokarbon testleriyle Tollund Adamı ile Lindow Kadını’nın ikisinin de yaklaşık 2000 yaşında oldukları saptanmıştır.

En yaşlı bataklık cesedinin -Danimarka’nın Fyn adasından Koeljberg Kadını- 10.000 yıl öncesine ait olduğu tespit edilmiştir. Mezolitik Dönem’e ait olan bu cesette, daha sonraki Neolitik örneklerde olduğu gibi, yumuşak doku korunamamıştır. Bataklık cesetleri tam olarak Demir Çağı’nda başlamakta ve Britanya ile irlanda, Hollanda, Danimarka ve Almanya’da çıkmaktadır.

Küçük bir kısmı Ortaçağ ya da Ortaçağ sonrası döneme aitse de, büyük bir çoğunluğu İÖ 1. yüzyıl ile İS 4. yüzyıl arasındaki dönemden kalmadır. Bu sıklık bunların kaza sonucu ölmediklerini, o belirli dönemde Kuzey Avrupa’nın pek çok bölgesine özgü kurban ya da idam uygulamaları olduğunu göstermektedir.

Kuzey Avrupa’nın bataklıklara ve sulak yerlere ritüel gömme âdeti, yalnızca bulunan insan kanıtlarıyla değil, İÖ 1650 tarihinden kalma Trundholm güneş arabası gibi gelişmiş madeni eşya ile de belgelenmiştir.

CİNAYET Mİ, KURBAN MI?

Bu insanların zamansız ve şiddet kullanılarak öldürüldükleri bellidir. 1984’te Lindow Kadını’nın yakınlarında bulunan Lindow Adamı’nın başına iki darbe vurulmuş, boğazı kesilmiş ve boynu bir garotla kırılmıştı. Diğer Danimarka bataklık cesetleriyle Graubelle Adamı’nın da boğazı kesilmişti ama alnındaki yara ve kırık bacağı da bir kaza olamazdı.

Tollund Adamı asılarak öldürülmüştü. Borremose Kadını’nın kafa derisi yüzülmüş olabilir. Yde Kızı bıçaklanmış ve boğulmuştu. Bu insanların çok farklı yöntemlerle öldürülmüş olmaları gerçekten ilginçtir. Bunların cinayet kurbanları olmayıp planlı olarak idam ya da kurban edilmiş olduklarını gösteren başka özellikler de vardır. Cesetlerin büyük bir kısmı çıplak gömülmüştü; giysilerin bulunduğu durumda bunlar sanki kişi idamdan önce soyulmuş gibi başka yerlerde bulunmuştu. Windeby ve Yde genç kızlarının başlarının bir yanı tıraş edilmişti.

Arkeologlar bu cesetlerin açıklamasını 2. yüzyıl başlarında yaşamış Romalı yazarlardan Tacitus’ta aramışlardır. Tacitus, Cermen halkları üzerindeki araştırması Germania’dâ Kuzey Avrupa yerli toplumlarında bazı suçlar için verilen cezalar konusunda şunları yazmaktadır: “Hainler ve asker kaçakları ağaçlara asılırlar. Korkaklar, görevden kaçanlar ve doğa-dışı suçlar işleyenler sazdan bir sepet altında bataklığa gömülürler.” Burada sözü edilen “doğadışı” hem eşcinsellik hem de rastgele cinsel ilişki olabilir.

Zina suçu işleyen kadınlar ayrı olarak ele alınmıştır: “Suçlu kadın kocası tarafından cezalandırılır. Koca kadının saçlarını tıraş eder, onu çırılçıplak soyar ve akrabaların önünde evinden çıkarıp köyün içinden geçirerek kırbaçlar.” Bulunan cesetlerin çıplaklığı bu anlamda rezil etme işareti olabilir. Erken Ortaçağ döneminden bir Burgonya yasasına göre kocasını reddeden bir kadın bataklığa atılır.

Bataklık cesetlerinin suçlular mı yoksa kurbanlar mı oldukları henüz kesin değildir. Kuzey Avrupa’da adakların göllere ve bataklıklara atılma geleneği vardır ve bunların arasında, Trundhum güneş arabası gibi görkemli madeni eşyalar da bulunmaktadır. Bataklık cesetleri de bu geleneğin bir parçası olarak görülebilir. Ama aynı zamanda bataklığa gömülmenin İS ilk yüzyıllarda Cermen toplumları tarafından bir ceza türü olarak kullanıldığını gösteren kanıtları da göz ardı edemeyiz.

Bataklık cesetlerinde yapılan mide analizleri, kurbanın son yemeğini tespit etmemize yarayan ipuçları da vermiştir: Tollund ve Grauballe Adamı son yemek olarak yavan bir yulaf çorbası içmişlerdir. Ancak Grauballe Adamı’nın parmak uçları elleriyle çalışmadığını gösterdiği için kendisi yüksek düzeyde biri olmalıydı.

Yediği yulaf zehirli olduğundan komadayken ölmüş olabilir. Son analizde Kuzey Avrupa’nın bataklık cesetleri için bir tek açıklama olmayabilir. Ancak bunlardan pek azının sisli havada uğradıkları talihsiz ve basit bir kaza sonucu bataklıkta öldüğü açıktır.

 Azize Bernadette

Azize Bernadette Soubirous, Oksitanca Bernadeta Sorbiron, gerçek adı ise Marie-Bernarde Soubiroux ya da Maria Bernada Sobeirons. Ona ızdırabın kızı, yoksulların annesi diyorlar. Ona göre tanrı katında herkes değerli ve eşittir. Yaşamını yitirdiği Fransa’nın Nevers kentine dünyanın her tarafından hacılar geliyor.

7 Ocak 1844 yılında Lourdes kentinde doğan Azize Bernadette, 16 Nisan 1879 yılında Nevers kentinde hayata gözlerini yumdu. Bir Katolik olan Bernadette’nin ünü doğduğu kentte bir mağarada Bakire Meryem’in kendisine görünmesinden geliyor.

Küçük bir mağaradır insanların ziyaret ettiği yer ve her şey bu mağarada başlar. Takvim yaprakları 11 Şubat 1858’i gösterir. Bu tarih Bakire Meryem’in Masabielle mağarasından ilk defa Bernadette’e göründüğü tarihtir. Bernadette, ‘’Beyaz giyimli bir kadın gördüm: beyaz bir elbise, beyaz bir başörtüsü, mavi bir kemer ve her ayağı üzerinde sarı bir gül bulunuyordu’’ der. Bakire Meryem, ‘’on beş gün buraya gelmek ister misiniz’’ diye sorar, Bernadette, ‘’evet’’ der. Bir dua okur ve kadın kaybolur.

Ancak rivayete göre Bakire Meryem kaybolmadan önce Bernadette’e şöyle der: ‘’Size bu dünyada mutluluk getirme sözü vermiyor ama ötekinde.’’ Bernadette o zaman daha 14 yaşındadır.

Bernadette, hayatını hep sarsıntılarla, yoksulluk ve hastalıklarla geçirir. Ailenin ilk kızı olan Bernadette’in babası değirmencilikle uğraşıyordu. İşi kötüye giden babası bir gün hırsızlık yaptığı gerekçesiyle hapishaneye düşer.

Yoksulluğun pençesinde yaşam mücadelesi veren veren Bernadette, yıkık dökük evlerinde yaşamını sürdürür. François Soubirous (1807-1871) ve Louise Castérot’un (1825-1866) Bernadette ile birlikte toplam 9 çocuğu vardı ancak bunların 5’i erken yaşlarda ölür.

Açlık ve hastalık çeken küçük Bernadette okuma yazma da bilmez. Özellikle astım hastalığından dolayı hassas olan Bernadette yaşından daha küçük gösterir. Bu dönemden kalma anlatımlar ve resimlerinde de anlaşılıyor. O yaşta bile dini duyguları çok güçlüdür. Bakire Meryem’in kendisine görünmesini daha sonraki yıllarda şöyle ifade eder: ‘’Eğer Azize Bakire beni seçtiyse, ben en cahili olduğumdandır!’’

Ocak 1858 yılında Lourdes misafirhanesi tarafından kabul edilen Bernadette’e burada okuma yazma öğretilir. Bernadette 13 sene Saint Gildard’da kalır ve hemşirelere yardım eder. Ancak hep hastadır. Nevers’de mütevazi ve gizli bir yaşam sürdürür, yoksullara ise her zaman derin bir bağlılık hisseder. O yüzden ‘’Sevgisiz tek bir an bile yaşayamam’’ diyor Bernadette.

Hayatının en son zamanlarında hep rahatsız olan Bernadette, Sainte Croix revirinde uzun bir zaman tedavi görür. Bakire Meryem de ona son kez 16 Temmuz 1858 yılında görünür. Mağaraya girişi engelleme için bir çit vardır. Ama Bernadette çiti aşar ve tıpkı Bakire Meryem’i şu anda dikilen heykeli gibi mağara önünde durmuş gibi görür.

Yakınları Bernadette’i son günlerini şöyle anlatıyor. ‘’Hastalığının en son genleri tüyler ürperticiydi. Yorgundu, göğsü yanıyor ve diz kemikleri çürümüştü.’’

11 yaşında kronik astım ve tüberküloz hastalıklarına yakalanan Bernadette, Hautes-Pyrénées bölgesindeki meydana gelen büyük kolera salgını sırasında 16 Nisan 1879 tarihinde Nevers kentinde 35 yaşındayken yaşama veda eder. Ermiş ilan etmek için cesedinin tanınması gerekir, bu nedenle tabutu üç kez açılır ve cesedi dokunulmamış bir şekilde bulunur. Bernadette’in mezarı, 1925 yılından beri Nevers’de Espace Bernadette kilisesinde bulunuyor

Hakkında Admin

Buna da bakabilirsiniz

Yağmur tanesinin şekli nasıldır?

Yağmur taneleri küre şeklindedir, gözyaşı şeklinde değildir. Rulman ve kurşun gülle yapanlar düşen sıvıların bu …

Bir yanıt yazın